Çev. Ali Vuslat
Bu yazımda hiç
katılmadığım bir yargıyı, "Bugünün neo-liberal devleti, bir
önceki dönemin sosyal-demokrat, Keynesgil müdahaleci devletinden
farklı türde bir kapitalist sınıftır" yargısını tartışmak
istiyorum. Altın çağ adı verilen dönem ile ardından gelen uzun
durgunluk dönemi arasında kapitalist ekonominin işleyişi
açısından dikkate değer bir fark olduğu açıkça belli ise de,
ne devlet açısından ne de devletin hakim sınıfla ilişkisi
açısından bu iki dönem arasında önemli bir fark göremiyorum.
Kapitalist sınıfta hiçbir değişiklik olmadı demek istemiyorum.
Örneğin, mali sektörün (bu sektörün illa da ayrı bir sektör
olması gerekmiyor) artan etkisi dikkate değer bir değişikliktir.
Ama bu değişiklik, devlette büyük bir değişiklik olduğunu
göstermiyor.
Keynesgil devlet efsanesi
"Keynesgil devlet"
terimi çeşitli kavramları kapsayan ve genellikle yanıltıcı olan
bir slogana dönüştü. Bu terim, İskandinavya ülkelerinde ve kimi
benzer ülkelerde bir anlam ifade edebilir. Peki ya Amerika Birleşik
Devletleri'nde? Yeni Düzen (New Deal) politikalarını tanımlamak
için sık sık bu kavrama başvuruluyorsa da, Yeni Düzen'in bütçe
açığı yoluyla finansman sağlama politikası ile Keynes arasında
hiçbir ilişki yoktur (tıpkı Hitler'in askeri harcamalar yoluyla
sağladığı ekonomik canlanma ile Keynes arasında hiçbir ilişki
bulunmadığı gibi). Vaşington'daki iktisatçıların Keynes'in
İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi adlı kitabının çıkmasını,
onlara çözümleme ve politika oluşturma konusunda teorik gereçler
sağladığı için (örneğin, seyyal tasarrufları kullanma kavramı
ve gayri safi milli hasıla hesapları için bir çerçeve oluşturma)
sevinçle karşıladıkları doğrudur. Ne var ki, hükümet
harcamalarını büyük ölçüde arttırma vaadine ve Keynes'in
teorik desteğine rağmen, Yeni Düzenciler güçlü gibi görünen
bir canlanmayı kesintiye uğratan 1937-38 durgunluğu karşısında
apışıp kaldılar. O sıralarda da, tıpkı günümüzde olduğu
gibi, kapitalizmin kendi kendini üreten bir mekanizma olduğuna
ilişkin temel bir inanç vardı. Kapitalizm yavaşlayacak veya
bunalıma girecek olursa, yapılması gereken tek şey, onu tekrar
rayına oturtacak şekilde arkadan itmekti. İşe yarar benzetmelerin
çiftlik yaşamından alındığı o günlerde, bu desteğe,
tulumbaya su vermek denirdi. Tulumbaya yıllarca su verdikten sonra
belirgin bir durgunluğun başlaması Vaşington'u ürküttü.
Olgun bir kapitalizmde durgunluk olasılığına, tekelci şirketlerin
geciktirici etkisine, iş yaşamını frenleyen başka engellere
ilişkin sorular sorulmaya başlandı. Bu kaygılar, Avrupa'dan
savaş siparişleri yağmaya başlayınca azaldı ve Amerika Birleşik
Devletleri savaşa girince tamamen kayboldu. "Keynesgil Refah
Devleti" kavramı, durgunluğu sona erdiren asıl etkenin,
Keynesgil veya başka türde bir toplumsal refah politikası değil
de savaş olduğu gerçeğini gözlerden gizlemeye yaramıştır. Bu
anlamda, Keynesgilcilik kavramının bütünü mistifikasyon işlevi
görebilir.
Tekrar durgunluğa
dönüleceği korkusu savaşın sona ermesinden sonra bir süre daha
devam ettiyse de, çok geçmeden ortalığı yeni bir iyimserlik
havası sardı. İktisatçılar, genellikle, sürekli refahı sağlama
yöntemini bulduklarına inanmaya başladılar. Neoklasik iktisat ile
Keynesçiliğin karışımına dayanan bu yöntemin bilimsel bir
geçerlilik taşıdığını iddia ettiler. Bu karışım sayesinde,
olası ekonomik dalgalanmaları önceden saptamak ve önlemek, ya da
en azından asgari boyutlara indirmek güya mümkün olacaktı.
İkinci Dünya Savaşı, kapitalizmin potansiyel gücüne yeniden
güven duyulmasına yol açtı. Ayrıca, iktisatçılar bir kez daha
her şeyi bildiklerine inanmaya başladılar. Savaştan sonra yirmi
yirmibeş yıl boyunca ekonomide kaydedilen güçlü büyüme iyimser
efsanelere yol açtı. Nikson bile kendisini Keynesçi olarak ilan
etti. 1950'lerin ve 1960'ların refahı yeni iktisatın
kazandırdığı bilgi ve becerilere bağlandı. İşin aslı öyle
miydi, bir bakalım.
Temelsiz iki iddia
Keynesgil müdahaleciliğin gücüne duyulan inancın iki yönü vardır. Bu yönlerden
birincisi, ekonomi döngülerini yumuşatmaya ya da ortadan
kaldırmaya ilişkindir. Bunun için, ekonominin ne zaman ve ne
ölçüde bunalıma gireceğini tahmin etme yeteneğine güven
duyuluyor olması gerekir. Bu bilgi temeli üzerinde para ve maliye
politikalarında gerekli değişiklikler yapılırsa, ekonomi döngüsü
ehlileştirilebilir ve ekonomik güvensizliğin üstesinden
gelinebilir. Deneyimler bu iddialardan hiçbirinin geçerli
olmadığını ortaya koymuştur. Tahmin, bilim değil, olsa olsa
sanattır ve bir sanat olarak bile güvenilmezdir. Üstelik, para,
faiz oranları ve federal finansmanla oynamak, ekonomiyi allak bullak
eden fırtınalarla karşılaştırıldığında, çoğu kez daha
küçük bir etki yaratır. Para ve maliye politikalarının
bütünüyle önemsiz olduğunu iddia etmiyorum. Ekonominin işlemesi
için paranın merkezi olarak yönetilmesi gerekir. Para yönetiminden
sorumlu olan yetkililerin eylemleri zaman zaman gerçek bir farklılık
yaratabilir. Örneğin, krediyle yaşayan bir toplumda, enflasyonu
kontrol etmek amacıyla faiz oranlarını büyük oranda yükseltmek,
enflasyonist bir dalgayı durdurabilir, ama aynı zamanda ağır bir
işsizliğe ve birçok işletmenin iflasına neden olabilir. Genel
olarak, Amerikan Merkez Bankası'nın para arzı ve faiz
oranlarıyla oynaması, esas olarak finansman çevrelerinin
ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir ve iş yaratma, ekonomik
büyümeyi teşvik etme gibi amaçlarla pek de ilgili değildir.
Keynesgil müdahalenin gücüne ilişkin iddiaları en basit biçimde
çürüten kanıt ise, "altın çağ" sırasında üç bunalımın
meydana gelmiş olmasıdır.
İddiaya göre, Keynesçiliğin ikinci büyük başarısı (Keynes'in böyle bir iddiada bulunmadığını da bu arada belirteyim), uzun ve belki de
sonsuza kadar süren güçlü bir ekonomik büyümenin sırrına vakıf olmasıdır. Savaştan sonraki büyük refah dalgasını,
durgunluk meydana gelmiş olsun olmasın, sözde Keynesgil müdahalenin yarattığı iddiası gerçekten hayret vericidir. Bu
şaşırtıcı iddia için iktisat dalında Nobel Ödülü adı verilen şeyi ilk kazanan Paul Samuelson'a kulak vermek yeter. Paul
Samuelson, 1968 yılında Newsweek'te, en ufak bir utanç duymadan ve hiçbir çekince koymadan yüksek sesle ve açık seçik şunları
ilan etti:
"Ekonomik sistemimiz en iyimser uzmanların kehanetlerini bile geride bırakan bir başarı elde etmiştir. Yeni İktisat hakikaten işe yarıyor. Wall Street
bunun farkında. 92 aydır kesintisiz olarak satışlarda artışın kaydedildiği Main Street de bunun farkında. Şirket kârlarında
sağlanan rekorları kaydetmeye çalışan muhasebeciler de bunun farkında."1
İster inanın, ister inanmayın, birçok kimse durumun gerçekten de böyle olduğunu sanıyor. Bu kimseler arasında, madalyonun öbür yüzüne, yani
halk kitlelerinin sefalet ve acılarına kayıtsız kalmayanlar da bulunuyor. Peki ama, altın çağın yaratıcısı gerçekten de yeni
iktisat öğretisi veya sosyal demokrat politikalar mıydı? Bu soruya evet' diyebilirsiniz, ama bir şartla: savaşları,
emperyalizmi ve militarizmi, sosyal demokrasi ile Keynesçiliğin ayrılmaz parçası saymak şartıyla.
Bütçe harcamaları
Hükümet bütçesini, yani hükümet müdahalesinin en etkili öğesini ele alalım. Bütçede, olağan tahsisat kararları dışında kalan iki kategori
yer alır. Bu kategorilerden birincisi Sosyal Güvenlik Kurumu Fonları'dır. Bu fonlar, mevcut sosyal güvenlik ödemeleri için
gereken tutarları aşan belirli bordro vergilerinden birikir. Bu fazlanın yıllık harcamalar üzerindeki tek etkisi kozmetik bir
etkidir, çünkü, hükümet bütçesindeki açığın çapını gizlemeye yarar. Yasal zorunluluk nedeniyle kurum fonlarına dokunulamaz ve bu fazla sadece ABD hazine bonolarını satın almak
için kullanılabilir. Bütçedeki ikinci "katı kural", ABD hazine bonolarına faiz ödemek için harcanan paradır. Bu tutar,
hükümetin borç miktarı ile bonoların ihraç edildiği sıradaki faiz oranları tarafından belirlenir. Takdire bağlı olmayan bu iki
kalemi federal hükümet harcamalarından düşecek olursak, 1950'lerin altın çağında, hükümetin takdire bağlı
harcamalarının % 70'inin, örtmeceli dilde milli savunma adı verilen kaleme ayrıldığını görürüz! Refah harcamaları
1960'ların "Huzurlu Toplum"unda artmaya başladı. Bu artışın, esas olarak, büyük boyutlara ulaşan medeni haklar mücadelesi ile
Vietnam savaşına karşı yaygınlaşan eylemleri yatıştırmak amacı taşıdığı ileri sürülebilir. Ama, o sıralarda bile, bir
yandan refah harcamaları artarken, bir yandan da ayarlanabilir hükümet harcamalarının % 60'ı militarizme tahsis ediliyordu.2
Militarizm
Savaş malları için yapılan harcamaların şu anda tartıştığımız konu açısından özel bir önemi vardır. Ekonomiyi destekleme amacı taşıyan
hükümet harcamaları konusundaki öğretilerin çoğunda artan tüketici talebinin ekonomiyi harekete geçireceği varsayılır.
Ancak, atıl üretim kapasitesi çok büyükse veya talepteki artış kapitalistleri ek kapasite yatırımına yöneltecek ölçüde büyük
ve güvenilir değilse, bu varsayım gerçekleşmez. Öte yandan, sürdürülebilir ölçekte büyüyen bir piyasa ekonomisi, büyük
bir tüketici talebinin yanısıra aktif yatırım da gerektirir. Militarizmin çıkar çevreleri açısından güzel olan tarafı, hem
sermaye malları yatırımını, hem de yeni sanayiler yaratmak üzere ürün araştırma ve geliştirme yatırımlarını teşvik etmesi ve
desteklemesidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında inanılmaz sayılara ulaşan uçak fabrikaları Kore Savaşı ile Soğuk Savaş
paranoyası olmasaydı ne iş yapardı, tasavvur edin. Kore Savaşı ile Soğuk Savaş, uçak şirketlerine bir yandan iş ve inanılmaz
kârlar sağlarken, bir yandan da sivil havacılığın yayılması ve uçakla yolcu taşımacılığının gelişmesi için temel
oluşturdu. Askeri siparişler, gemi yapımında, makina takımları ve öbür makina sanayilerinde, iletişim malzemelerinde ve daha
birçok sanayi dalında önemli ve kimi zaman belirleyici bir farklılık yarattı. Kısacası, diğer konuları bir yana
bırakırsak, savaş malzemeleri siparişlerinde meydana gelen patlama, yatırım mallare sanayilerine yardım ve rahatlık sağladı.
(1985 gibi geç bir tarihte, silahlı kuvvetler, uçak imalatının % 66'sını, gemi imalatının % 93'ünü, iletişim malzemeleri
imalatının % 50'sini satın alıyordu.)3 Ayrıca, Kore Savaşı için yapılan harcamaların, enkaz halindeki Almanya ile Japonya
ekonomilerinin toparlanmasında büyük bir rol oynadığını belirtmek gerekir. Amerika'nın Vietnam Savaşı için yurtdışında
yaptığı harcamalar ise Almanya ve Japonya ekonomilerinin daha da büyümesine yol açtı.
ABD'nin elindeki kozlar
Emperyalizmin elebaşısı
olarak Amerika Birleşik Devletleri'nin elinde daha başka kozlar da vardı. Yalnızca askeri gücünün üstünlüğünü değil,
doların hakimiyetini de kastediyorum. Bretton Woods Anlaşması ile "altın gibi işlem görebileceği" karara bağlanan dolar,
Amerika Birleşik Devletleri'ne, yabancı ülkelere yayılma politikası uygularken neredeyse sınırsız harcama yapma olanağını
sağladı. Normalde, yurtdışı harcamaları yurtdışı gelirlerinden daha fazla olan ülkeler, aradaki farkı ya altın ve
döviz rezervlerinden, ya da uluslararası piyasalardan borçlanma yoluyla karşılamak zorunda kalır. Amerika Birleşik Devletleri,
böylesi bir kısıtlamaya bağlı kalmaması açısından benzersiz bir durumdaydı. İthalatı finanse etmek, dünyanın her tarafında
askeri üsleri ayakta tutmak, gerçek veya olası müttefiklere ekonomik ve askeri yardım sağlamak, çok uluslu sanayi ve finans şirketlerinin güçlenmesini temin etmek üzere, dolarlar yurtdışına
aktı. Bu akış, cari ödemeler dengesinin sürekli açık vermesine yol açtı. Ancak, öbür ülkelerden, özellikle de ödemeler
dengesinde karşılaştıkları zorluklar nedeniyle borç köleliğinin pençesine düşen üçüncü dünya ülkelerinden farklı olarak
Amerika Birleşik Devletleri, gittikçe daha da zenginleşti. ABD'nin açıkları, ya para arzını doğrudan doğruya arttırarak, ya da
kredi hacmini genişleterek, ABD dolarlarıyla ödeniyordu. Bu konunun ayrıntılarına girmek için vaktimiz de yok, yerimiz de.
Konuya değinmemin tek nedeni, para arzının kontrolü ile faiz oranı ayarlamalarını ekonomi döngüsünü denetim altına almak
amacıyla kullanmaya dayanan Keynesgil tekniklere ilişkin yaygın yanılsamalardır. Bu inancı savunmak için ne gibi gerekçeler
gösterilirse gösterilsin, bu gerekçelerin hepsi, doları, uluslararası bir para birimi ve ABD'nin uluslararası borçlarıyla
başa çıkmanın bir aracı olarak ayakta tutma sorunlarıyla karşı karşıya kalan ABD Merkez Bankası ile Hazinesinin kapılarını
döven dalgalarla karşılaştırıldığında, pek önemsiz kalır. Bu, ABD Merkez Bankası'nın doları desteklemeye yetecek kadar
altın stokuna sahip olduğu Keynesgil denen dönemde de böyleydi; Bretton Woods Anlaşması gereğince yabancı merkez bankalarının
teslim ettiği dolarları altınla değiştirme sözünü vermiş olan ABD'nin bu sözünden tek taraflı olarak vazgeçmesinden
sonra da böyledir. Bir başka deyişle, ABD'nin bu sorunlarla başka ülkelerin yapamayacağı bir şekilde başa çıkmasına
olanak sağlayan şey, Keynesçilik değil, ABD hegemonyası ve bu hegemonyanın mirası olmuştur.
Keynesçilik ile
neo-liberalizm arasındaki ilişki
Bu arada, "Keynesgil
sosyal demokrasi çağı"nda Vaşington'da ve finans çevrelerinde
neo-liberalizmin ruhuyla ve gövdesiyle, gayet canlı bir şekilde
yaşadığını da belirteyim. İşçi sendikalarına karşı bir
saldırı başlatmak için Vaşington'un Margareth Thatcher'dan
esinlenmesine ihtiyaç yoktu. İşçi sınıfına karşı saldırı,
1947 yılında Taft-Hartley Yasası'nın çıkarılmasıyla
başladı; bu yasanın ardından çıkarılan yasa ve yönetmelikler,
mahkeme kararları ve Ulusal Çalışma İlişkileri Kurulu'nun
uygulamalarıyla devam etti. Ayrıca, neo-liberalizmin bütün
aygıtları, üçüncü dünyanın ABD şirketlerine kapıları
açması için harekete geçirildi ve mümkün olan yerlerde
dayatıldı. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması NAFTA'ya
giden yol, İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından açılmaya
başlandı. Bogota'da 1948 yılında düzenlenen bir konferansta
yirmi Amerikan ülkesi, yabancı yatırımlara kolaylık sağlamak
için anlaşma imzaladı. Öbür kıtalardaki ülkelerle, ABD
sermayesinin herhangi bir kısıtlamaya uğramadan yatırım
yapabilmesini öngören İkili Dostluk, Ticaret ve Seyrüsefer
Anlaşmaları imzalandı. Piyasaların ve özel yatırım
imkânlarının genişletilmesi, Dünya Bankası ile İMF'nin daha
kuruldukları gün benimsedikleri temel amaçtı. Özellikle İMF,
sömürgeci bir kâhya kılığına bürünerek kapitalist dünyanın
merkez ülkelerine kesintisiz kâr ve borç servisi akışını
sağlamak üzere, kitleler için kemer sıkma politikaları da dahil,
oyunun kurallarını dayattı. Keynesgil denen dönem ile günümüz
arasındaki fark, eskiden üçüncü dünyaya dayatılan disiplin
örtülü biçimde uygulanırken, günümüzde neo-liberal ilkelerin
gerçek din olarak yüksek perdeden ilan edilmesidir.
Çift yönlü yanlış
Devletin temelden
değiştiğine ilişkin yanlış kavrayış çift yönlü bir yanlışı
içeriyor. Keynesgil dönemde neo-liberalizm sapasağlam olduğu
gibi, devlet müdahalesi de neo-liberal dönemin zorunlu bir
öğesidir. Samuelson'un akla mantığa aykırı biçimde övündüğü
sıralarda, aslında refah dönemi sona eriyor ve mali kırılganlığın
kasırgaları esmeye başlıyordu. Bu geçiş, çok dikkatli bir Wall
Street gözlemcisi olan Henry Kaufman tarafından çok güzel
anlatılır:
"Modern iktisat,
neredeyse her kuşağın ömründe en azından bir kez karşılaştığı
bunalım ve panik havasını önlemenin yıllarını bulmuş gibiydi.
1950'lerin bütününde ve 1960'ların ilk döneminde gerçekleşen
mantıklı ekonomik büyümenin yanısıra, insanı rahatlatan birçok
etken vardı... İktisatçıların dili bile insana büyük güven
veriyordu. İktisatçıların çoğu erişilecek hedefler konusunda
inandırıcı sözler ediyor ve geleceğin istikrarlı olacağına
dair cesur tahminlerde bulunuyorlardı.
"Sonunda mali bir
bunalım başladığında, bu bunalımın öncekilere benzemediği
görüldü. Bu seferki çok yumuşaktı. Buna 1966'nın kredi
çöküntüsü adı verildi. "Çöküntü" çok ağır bir
tanımlamaydı, ama her bunalımda olduğu gibi, İkinci Dünya
Savaşı sonrası kuşağı için de bir sürpriz olmuştu. Tasarruf
mevduatı kabul eden kurumlar bir süre zor duruma düştüler.
Sonraki bunalımların şiddeti ise gitgide arttı. Bu bunalımların
en yoğun anlarında eski dönemlerin mali bozgunlarını ateşleyen
bütün öğeleri görmek mümkündü. 1970'te, sonra 1974'te ve
1975'in başlarında nasıl bir felâketin eşiğine geldiğimizi
bütün ayrıntılarıyla hiç kimsenin anlatabileceğini sanmıyorum.
Hızla yükselen faiz oranlarıyla korkunç bir dönem yaşadık. Çok
ünlü kimi şirketler iflas etti. Yüksek kredi itibarı ve likidite
arayışı büyük hız kazandı. En büyük ve en önde gelen finans
kurumlarının gücüne ilişkin kuşkular çığ gibi büyüdü."4
Bu cümleler, (en büyük
dokuz ticari bankanın hepsini değilse bile kimisini iflas
tehditiyle karşı karşıya bırakan) üçüncü dünya borç
krizinden, Tasarruf ve Kredi Bankaları felaketinden, Continental
Illinois Bankası'nın beklenen iflasından ve benzeri ekonomik
tuzaklardan önce yazılmıştı. Bu bunalımların doğası neydi?
Panik ve, kimi durumlarda,
mali iskambil şatolarının çöküşü hükümetin büyük kurtarma
müdahaleleriyle önlendi. Bu kurtarma müdahaleleri, hükümetin
doğrudan doğruya veya ABD Merkez Bankası aracılığıyla açtığı
dev krediler; işleri düzeltilinceye kadar Continental Illinois
Bankası'na el konulması; tasarruf ve kredi bankalarını
kurtarmak için zorunlu olarak yapılan ikiyüz milyar dolarlık
karşılıksız harcamalar gibi çeşitli biçimlere büründü.
Neo-liberal dönemin başta gelen özelliklerinden birinin devletin
ekonomiye müdahalesinde azalma olduğu varsayılır. Oysa, gerçekte,
son yirmi otuz yılda ABD hükümetinin doğrudan müdahaleleri
ekonominin temeli olmuştur.
Değişmeyen ve değişen
Buraya kadar
anlattıklarımdan, ne devlette ne de hakim sınıfta niçin
belirleyici hiçbir değişiklik olmadığını düşündüğüm
açığa kavuşmuş olmalıdır. Amerika Birleşik Devletleri,
eskinin hegemonu, günümüzün ise emperyalist devletler arasında
en önde gelen ülkesi olarak kalmaya çabalayan aynı emperyalist
devlettir. Bütün olanların önceden belirlendiğini ve kaçınılmaz
olduğunu söylemiyorum. Genellikle, üzerinde düşünülmesi ve
uğrunda mücadele edilmesi gereken stratejik ve taktik politika
seçenekleri vardır. Ama, kapitalizmin ve emperyalizmin temelleri
dokunulmaz olarak kaldıkça politika tartışmaları ve politika
seçimi çok dar bir çerçeveye sıkışır. Bu politikaların daha
önemlileri ekonomik gelgitler tarafından dayatılır.
Değişmiş olan devlet ya
da hakim sınıf değil, ekonomidir. P-M-P' yirmi otuz yıl boyunca
tam bir çiçeklenme yaşadı. Ancak, 1960'ların sonlarında
yavaşlamaya başladı. [P-M-P' formülü, kapitalizmin temel bir
özelliğini özetlemek üzere Marks'ın kullandığı bir
formüldür. P(ara), emek gücünü, makinaları ve hammaddeleri
satın alarak M(eta) üretmek üzere kullanılır ve bu meta,
satıldığında, daha büyük bir para (P') getirir.] Durgunluk
başlayınca "eski moda" para kazanma fırsatları azaldı. Ne
var ki, nasıl ceylan suyu özlerse, para da daha çok parayı özler.
P-M-P' yeterince kâr büyümesi sağlamayınca, ama öyle ama
böyle, başka yollar arandı. İş dünyası gitgide mali dolaplar
çevirmeye, mali kurumların yapabilecekleri işlemleri kısıtlayan
kuralları kitabına uydurarak aşmaya ve spekülasyon sarmalını
başdöndürücü boyutlara yükseltmeye başladı. Ama bu durum,
zaman zaman bütün tapınağın olası çöküş işaretlerini veren
kırılganlığı arttırdı.
Böylesi bir durumda iş
dünyasını teşvik etmeyi ilke edinmiş sorumlu bir devlet ne
yapmalıdır? Tabii ki, sübvansiyon sağlama, kredi açma ve
kuralları gevşetme yoluyla ekonomiye açıkça müdahale etmelidir.
P' peşinde koşan finans çevreleri geriye kalan kuralları da
çiğneyerek ve böylece, uçurumun kenarına daha da yaklaşarak
sağa sola saldırırlar. Peki ya sonra? Bir kez daha, hükümet işe
karışır. Ekonomi finansa dayandıkça kuralsızlaştırma daha da
zorunlu hale gelir. Uluslararası finans alanındaki yükselişle
birlikte, önde gelen bütün piyasalarda kuralsızlaştırma atılımı
gündeme geldi. Bu durumu desteklemek üzere bir ideolojiye ihtiyaç
duyuldu. Şirket kurtarma operasyonlarının söz konusu olduğu
durumlar dışında, (özellikle sosyal adaleti tehlikeye düşüren
durumlarda) ekonomiye hiç el sürmeyen hükümet ideali pompalandı.
Günümüzün öbür yenilikleri arasında P-M-P' fırsatlarını
arttıran özelleştirme fetişi de vardır. (Son yıllarda, üçüncü
dünyadaki yabancı yatırımların % 20 - 30 kadarlık bir bölümü
özelleştirilen altyapı tesislerini satın almakta kullanılmıştır).
Önümüzde duran görev
Basit bir cümleden yola
çıkarak bu kadar çok şey söylememe şaşırabilirsiniz. Ama
haklı bir gerekçem var. Belki de sonsuza kadar sürecek Keynesgil
bir refah devleti efsanesi başka yerlerde olduğu kadar solda da çok
derin kök salmıştır. Bu inanç, bilinç düzeyinde yer etmiş
olmasa bile, bilinçaltında sağlam biçimde duruyor. İlericilerin
reform önerileri Keynesgil bir "uyum"u yeniden kurma eğilimi
taşıyor. Oysa, yapmamız gereken şey, kapitalizmi ve piyasa
sistemi ideolojisini sorgulayan değişiklikler için çalışmaktır.
Eğitimcilerimizin önünde muazzam bir eğitim görevi duruyor. Bu
görev, her fırsatta kapitalizmi sorgulamanın, dünya işçi
sınıflarının yüksek çıkarları gereği olduğunu açıklamaktır.
[Monthly Review, cilt 49, sayı 8, Ocak 1998'den çevrilmiştir]
NOTLAR
1 Newsweek, 4 Kasım 1968, aktaran Richard B. DuBoff ve Edward S. Herman, "The New Economics:
Handmaiden of Inspired Truth" [Yeni İktisat: Vahyedilen Gerçeğin
Cariyesi], The Review of Radical Political Economics, Ağustos 1972.
2 Yaptığım
hesaplamaları kontrol etmek isteyenler temel veriler için ABD
Ticaret Bakanlığı'nın hazırladığı National Income and
Product Accounts of the United States [ABD Ulusal Gelir ve Hasıla
Hesapları] (Washington, D.C.: Superintendent of Documents, Şubat
1993), Cilt 1, Tablo 3.2 ve 3.12.
3 Ann Markusen ve Joel Yudken, Dismantling the Cold War Economy [Soğuk Savaş Ekonomisini
Kaldırmak] (New York: Basic Books, 1992) s. 37.
4 Henry Kaufman, "Foreword" [Önsöz], Edward I. Altman ve Edward W. Samets,
Financial Crises, Institutions and Markets in a Fragile Environment
[Kırılgan Bir Ortamda Mali Krizler, Kurumlar ve Piyasalar] (New
York: John Viley & Sons, 1977), s. vii.