Sosyalist Dergi: 30 |  Diğer Yazarlarımız |
Libya Yazıları / Fidel Castro Ruz

I

Nato'nun Libya'yı işgal planı

Kapitalist bir sistemin doğası, onu destekleyen ve biçimlendiren kurumsal çerçeveye dayanır.



Petrol, büyük Amerikan şirketlerinin elinde tuttuğu en önemli zenginliklerden birine dönüşmüştür; bu enerji kaynağı aracılığıyla da, büyük Amerikan şirketleri, dünyadaki siyasi güçlerini ciddi şekilde arttıran bir araca sahip oldular. Ülkemizdeki ilk adil ve egemen kanunlar çıkarılır çıkarılmaz, Küba Devrimini kolayca ortadan kaldırmaya karar verdiklerinde ellerindeki asıl silah buydu: ülkemizi hemen petrolden mahrum etmek.

Mevcut medeniyet, bu enerji kaynağı üzerinde geliştirildi. Venezüella, bu yarımkürenin en büyük bedel ödeyen ülkesi oldu. Amerika Birleşik Devletleri, bu kardeş ülkeye tabiatın bahşettiği engin petrol yataklarının sahibi ve efendisi olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, İran'daki petrol yataklarından petrol çıkarmaya başladılar, tıpkı Suudi Arabistan, Irak ve bu ülkelerin yakınındaki, yüksek miktarda petrol rezervine sahip diğer Arap ülkelerinde yaptıkları gibi. Bu ülkeler, dünyanın başlıca petrol tedarikçileri oldular. Dünyadaki tüketim, Amerika Birleşik Devletleri topraklarından çıkarılanlar ve hatta daha sonra buna bir de gaz, hidrolik ve nükleer enerji de dahil olarak, günde yaklaşık 80 milyon varil gibi muhteşem bir rakama aşama aşama yükseldi. XX. Yüzyılın başlarına kadar, sıvı yakıt tüketen milyarlarca motor ve otomobil üretilmeden önce, sanayi gelişimini mümkün kılan başlıca enerji kaynağı, kömürdü.

Petrol ve gaz israfı, insanlığın mağdur olduğu, kesinlikle çözülemeyen, en büyük trajedilerden biriyle yakından alakalıdır: iklim değişikliği.

Devrimimiz zafer kazandığında, Cezayir, Libya ve Mısır henüz petrol üreticisi değillerdi ve Suudi Arabistan, Irak, İran ve Birleşik Arap Emirliklerindeki rezervlerin büyük bir kısmı hâlâ keşfedilmeyi bekliyordu.

Libya; 1951 yılının Aralık ayında, İkinci Dünya Savaşından sonra bağımsızlığını kazanan ilk Afrika ülkesidir, toprakları Komutan Erwin Rommel ve Bernard L. Montgomery'nin tüm dünyaca tanınmasını sağlayan, Alman ve İngiliz birlikleri arasındaki önemli savaşlara sahne olmuştur.

Libya topraklarının %95'i, tamamen çöldür. Teknoloji, bugün günde bir milyar 800 milyon varil ve yüklü miktarda doğal gaz kaynaklarına ulaşan üstün kalitede önemli hafif petrol kaynaklarının keşfedilmesini mümkün kılmıştır. Bu zenginlik, Libyalıların yaklaşık 75 yaşa kadar uzanan yaşam beklentisine ve Afrika'nın kişi başına düşen en yüksek gelirine erişmelerini sağlamıştır. Çölleri, Küba'nın yüzölçümünün üç katı büyüklüğünde, devasa bir fosil su gölü üzerinde bulunmaktadır, bu da tüm ülkeye yayılan geniş tatlı su şebekesinin kurulmasını sağlamıştır.

Libya, bağımsızlığını ilan ettiğinde bir milyon nüfusa sahipti, bugün ise 6 milyonun üzerinde nüfusu vardır.

Libya Devrimi, Eylül 1969'da gerçekleşmiştir. Başlıca önderi, genç yaşlarından itibaren Mısırlı lider Cemal Abdül Nâsır'ın fikirlerinden ilham alan, bedevi kökenli asker Muammer Kaddafi'dir. Şüphesiz, Kaddafi'nin kararlarının birçoğu, tıpkı Mısır'da olduğu gibi, Libya'da da, yolsuzluklara bulaşmış ve güçsüz monarşi yıkıldığında meydana gelen değişimlerle birebir alakalıdır.

Bu ülkenin vatandaşlarının binlerce yıla uzanan savaş gelenekleri vardır. Anibal'in Alpleri geçen ve Eski Roma'yı az kalsın yenecek olan ordusunda Libyalıların da yer aldığı söylenir.

Kaddafi'yle hemfikir olabilir veya olmayabilirsiniz. Bütün dünya, kitlesel yayın organları kullanılarak, gelen her türlü haberin işgali altındadır. Bu haberlerden hangilerinin yalan, hangilerinin gerçek olduğunu, ya da bunların, bir kaos ortamında Libya'da meydana gelen türlü olayların bir karışımı olup olmadığını kesin olarak öğrenmek için yeterli bir süre beklemek gerekecektir. Benim için kesinlikle aşikâr olan, Libya'da barışın kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri Hükümetinin umurunda olmadığıdır ve belki de birkaç saat veya gün içerisinde, bu zengin ülkenin işgal edilmesi emrini NATO'ya vermekte tereddüt etmeyeceğidir.

Hain emeller besleyenler, Kaddafi'nin Venezüella'ya gittiği haberini uydurdular. 20 Şubat Pazar günü akşam saatlerinde bunu ortaya atanlara, Venezüella Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro, bugün haysiyetli bir cevap verdi ve "Libya halkının, egemenliğinin gereklerini yerine getirerek, içinde bulunduğu zorluklara barışçıl bir çözüm bulmasını, emperyalizmin müdahalesi olmaksızın Libya halkının ve ulusunun bütünlüğünü korumasını temenni ediyoruz..." dedi.

Ben, Libyalı önderin ülkesini terkedeceğine; üzerine atılan eylemlerin, bunlar kısmen ya da tamamen yanlış olsun ya da olmasın, sorumluluğunu üstlenmekten kaçınacağına kesinlikle ihtimal vermiyorum.

Dürüst bir insan; dünyanın herhangi bir halkına karşı işlenen her türlü haksızlığa daima karşı çıkacaktır ve en kötüsü de, şu anda, NATO'nun Libya halkına vermek üzere hazırlandığı ceza karşısında sessiz kalmak olacaktır.

Bu savaşçı teşkilatın başkanlığı, bunu gerçekleştirmek için acele etmektedir. Bunu herkese duyurmak lazımdır!

21 Şubat 2011


II

Utanç verici ölüm dansı

Amerika Birleşik Devletleri ve NATO'daki müttefiklerinin Ortadoğu'da uyguladığı yağma politikası, krize girdi. Bu da; önüne geçilemez bir şekilde artan tahıl fiyatlarıyla patlak verdi. Bunun etkileri, muazzam petrol kaynaklarına rağmen su kıtlığı, kurak bölgelerin ve halkın geneline yayılan yoksulluğun, imtiyazlı kesimlerin sahibi oldukları petrolden hasıl olan muazzam kaynakla çelişki yarattığı Arap ülkelerinde daha şiddetli hissedilmektedir.

Gıda fiyatları üçe katlanırken, aristokrat azınlık servetini ve gayrimenkul varlığını milyar dolarlara çıkartmaktadır.

Esas olarak İslam kültürü ve inancına sahip olan Arap halkları; tarih sahnesine çıktıkları günden beri, kendilerini yönetecek güçlerin temel yükümlülüğü olarak gördükleri sorumlulukları yerine getirme yeteneğinden yoksun devletlerin, İkinci Dünya Savaşına kadar süren ve sonrasında muzaffer güçlerin Birleşmiş Milletler'i kurduğu ve dünya ticaret ve ekonomisini dayattığı sömürgeci düzenden beri, bir de, kan ve ateşle kendilerini aşağıladığını gördüler.

Mübarek'in Camp David'deki ihaneti yüzünden, BM'nin Kasım 1947'de kabul ettiği antlaşmalara rağmen, Filistin Arap Devleti kurulamadı; İsrail ise, Amerika Birleşik Devletleri ve NATO'nun kuvvetli bir nükleer güç müttefiğine dönüştü.

Amerika Birleşik Devletlerinin Ordu Sanayi Düzeni, aşağıladığı ve boyun eğdirdiği Arap devletlerine ve İsrail'e her yıl on milyarlarca dolar vermiştir.

Cin, şişeden çıktı ve NATO, bunu nasıl kontrol altına alacağını bilmiyor.

Libya'daki üzücü olaylardan kendilerine maksimum çıkar sağlamaya çalışacaklardır. Kimse, şu an orada neler olup bittiğini tam olarak bilemez. Akla mantığa en sığmayanları da dahil olmak üzere, şu âna kadar duyduğumuz bütün rakam ve haberleri, kaos ve dezenformasyon tohumları saçan kitlesel basın yayın organları aracılığıyla bize ileten kaynak, İmparatorluktur.

Libya'da bir iç savaşın olduğu açıktır. Peki, bu savaş neden ve nasıl patlak verdi? Kimler bedel ödeyecekler? Reuters Haber Ajansı, tanınmış bir Japon bankası olan Nomura'nın yorumunu yansıtarak, petrol fiyatları her türlü sınırın üzerine çıkabilir dedi:

"Libya ve Cezayir petrol üretimini durdurursa petrol fiyatları varil başına 220 doları aşabilir ve OPEC'in atıl kapasitesi günlük 2,1 milyon varil seviyesine düşer. Körfez Savaşı sırasında ve petrol fiyatlarının 147 dolara ulaştığı 2008 yılında aşağı yukarı bu seviyelerdeydik." denildi yapılan değerlendirmede.

Bugün, kim bu fiyatı ödeyebilir? Böyle bir gıda krizinin tam ortasında, sonuçlar ne olacaktır?

NATO'nun başlıca liderleri heyecan içerisindeler. ANSA Haber Ajansı, İngiltere Başbakanı David Cameron'un "... Kuveyt'te yaptığı bir konuşmada, Batılı ülkelerin, Arap dünyasının demokratik olmayan hükümetlerini desteklemekle hata yaptığını kabul ettiğini" bildiriyor. İçtenliğinden ötürü kendisini tebrik etmek gerekir.

Fransız meslektaşı Nicolás Sarkozy ise şöyle diyor: "Sivil Libya halkının kanla ve zalimce bastırılması kabul edilemez".

İtalyan Dışişleri Bakanı Franco Frattini de, Trablus'da bin kişinin öldüğü tahminlerinin "güvenilir" olduğunu söyledi ve "bu trajik rakam, kan gölü demektir" açıklamasında bulundu.

Hillary Clinton, "ülkedeki kan gölünün kabul edilemez olduğunu ve bitmesi gerektiğini" bildirdi.

Ban Ki moon da şöyle diyor: "Ülkede şiddet kullanımı kesinlikle kabul edilemez".

"... Güvenlik Konseyi, Uluslararası Topluluğun kararına uygun davranacaktır".

"Bir dizi seçeneği değerlendiriyoruz".

Ban Ki moon'un asıl beklediği, Obama'nın son sözü söylemesidir.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, bu Çarşamba günü akşamüstü saatlerinde konuştu ve Dışişleri Bakanının, NATO üyesi müttefikleriyle alınacak önlemleri kararlaştırmak üzere Avrupa'ya gideceğini belirtti. Demokrat Parti'nin taleplerini karşılamak üzere, aşırı sağcı Cumhuriyetçi John McCain, İsrail yanlısı Connecticut Senatörü Joseph Lieberman ve Çay Partisi liderleriyle başa çıkma imkânının doğmasının verdiği rahatlık yüzünden okunuyordu.

İmparatorluğun kitlesel basın yayın kuruluşları, harekete geçmek için gerekli zemini hazırladı. Libya'ya askerî bir müdahale hiç de garip kaçmayacaktır; ayrıca, müdahale sonucunda, Avrupa'ya günlük yaklaşık iki milyon varil hafif petrol de temin edilecektir, tabii eğer daha öncesinde Kaddafi'nin başkanlığına ya da hayatına son veren olaylar meydana gelmezse.

Her halükârda, Obama'nın rolü oldukça karmaşık. Bu ülkede böyle bir macerayla kan dökülürse, Müslüman ve Arap dünyası nasıl tepki gösterecektir? NATO'nun Libya'ya müdahalesi Mısır'da başlayan devrim dalgasını durdurabilecek midir?

Irak sahte gerekçelerle işgal edildiğinde, bir milyonu aşkın masum Arap vatandaşın kanı döküldü. "Görev yerine getirildi!" diye haykırıyordu George W. Bush.

Dünyada hiç kimse, ister Libya'da, ister dünyanın herhangi başka bir yerinde, savunmasız sivillerin ölümüne razı gelemez. Merak ediyorum: Acaba Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, Afganistan ve Pakistan'da her gün pilotsuz Amerikan uçakları ve NATO askerlerinin öldürdüğü savunmasız sivillere aynı ilkeyi uygulayacak mı?

Utanç verici bir ölüm dansıyla karşı karşıyayız.

23 Şubat 2011


III

NATO'nun kaçınılmaz savaşı

Mısır ve Tunus'un aksine Libya, Afrika'nın İnsani Gelişim Göstergesi'nde ilk sırada yer almaktadır ve kıtadaki yaşam süresi en yüksek ülkedir. Devlet tarafından eğitime ve sağlığa özel bir önem verilir. Şüphesiz nüfusun kültürel seviyesi bakımından da, Libya en öndedir. Halk açlıktan ve yoksulluktan muzdarip değildir. Sorunları diğer ülkelerden daha farklıdır. Bu ülke, hırslı üretim ve toplumsal kalkınma planlarını gerçekleştirmek için çok sayıda yabancı iş gücüne ihtiyaç duydu. Bu nedenle, Mısır'dan, Tunus'tan, Çin'den ve diğer başka ülkelerden yüzlerce, binlerce işçi aldı. Biriktirdiği inanılmaz serveti, şu an insan hakları adı altında kendisini işgal etmek etmek isteyen zengin devletlerin bankalarına yatırdı.

Medyanın yalan haberleri dünya kamuoyunda kafa karışıklığına yol açtı. Libya'da gerçekten ne olduğunu anlamak, yayılan haberlerden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu ayırt edebilmek için biraz zaman geçmesi gerekecek.

Telesur gibi, ciddi ve itibarlı haber ajansları muhabirlerini ve kameramanlarını iki gruba da gönderme ve böylece neler olup bittiğini anlama sorumluluğunu üstlendiler.

İletişim engelleniyordu; dürüst diplomatlar, gece gündüz demeden, doğru haber verebilmek için mahalle aralarına gidip oralarda ne olup bittiğini gözlerken hayatlarını tehlikeye atıyorlardı. İmparatorluk ve temel müttefikleri, olayları haberleştirmek üzere en gelişmiş medya kurumlarını kullandılar, bu haberler içinden gerçeğin parçacıklarını ayıklamak gerekiyordu.

Şüphesiz ki, Bingazi'deki protestolardaki genç insanların, erkeklerin, peçeli ve peçesiz kadınların yüzleri hakiki bir öfkeyi yansıtıyordu.

Nüfusun %95'inin samimiyetle paylaştığı İslam inancına rağmen, bu Arap ülkesinde aşiret öğesinin hâlâ etkili olduğunu görmek mümkündür.

Emperyalizm ve NATO, gelişmiş ve zengin ülkelerin tüketim ekonomisini ayakta tutan petrolün büyük kısmını üreten Arap dünyasındaki devrimci dalgadan ciddi bir şekilde endişe duydular. Askerî bir müdahaleye ortam hazırlamak için Libya'daki iç çatışmayı kullanmaktan kaçınamazlardı. Baştan itibaren ABD yönetiminin yaptığı açıklamalar bu açıdan çok netti.

Durum bundan daha uygun olamazdı. Kasım seçimlerinde, Cumhuriyetçi sağ kanat, bir hitabet ustası olan Obama'ya ağır bir darbe indirmişti. Şu anda Çay Partisi'nin aşırı unsurları tarafından ideolojik olarak desteklenen faşist "görev tanmamlandı" grubu, Başkan Obama'yı basit bir süs durumuna düşürmüştü. Her türlü ölçüyü aşan bütçe açığı ile kamu borçlarının bir türlü durdurulamayan artışı yüzünden, Obama'nın sağlık programı ve kuşkulu ekonomik canlanması bile tehlikeye düşmüştü.

Yalanlar seline ve yaratılan kafa karışıklığına rağmen, ABD, Çin'i ve Rusya'yı, Güvenlik Konseyi'nin Libya'ya askerî müdahalesini onaylamaya ikna edemedi. Ne var ki, ABD, İnsan Hakları Konseyi'nde, o sıradaki hedefine ulaştı. Askerî müdahale konusunda Dışişleri Bakanı'nın sözleri en küçük kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktı: "Hiçbir seçeneği dışlamıyoruz".

Libya'nın, öngördüğümüz gibi, bir iç savaşa sürüklendiği ve Birleşmiş Milletler'in bu savaşı durdurmak için hiçbir şey yapamadığı, aksine, Genel Sekreterin yangına körükle gittiği açıktır.

Aktörlerin belki de tahmin edemediği tek şey, bizzat isyancı güçlerin liderlerinin yabancı askeri bir müdahaleyi kabul etmeyeceklerini ilan ederek sorunu daha da karmaşık hâle getirmeleriydi.

Pek çok ajansın haberine göre, Devrim Komitesinin sözcüsü Abdülhafiz Ghoga 28 Şubat Pazartesi günü yaptığı açıklamada, Libya'nın geri kalanının da Libyalılar tarafından kurtarılması gerektiğini, Trablus'u kurtarmak üzere de bir ordu topladıklarını söyledi. Ulusal egemenliğin kendileri için önemini vurguladı.

Aynı gün, Bingazi Üniversitesi'nden siyaset bilimi profesörü Abeir Imneina, Libyalıların ulusal duygularının çok güçlü olduğunu dile getirdi:

"Irak işgali örneği, tüm Arap dünyasında büyük bir korkuya yol açmıştır. 2003'teki Amerikan işgali ülkeye demokrasi getireceğini vaat etmişti. Ama Irak'ta olanları biliyoruz. Biz de aynı yoldan geçmek istemiyoruz. Amerikalıların gelmesini istemiyoruz. Ağlayarak Kaddafi'ye sığınmak zorunda kalmak istemiyoruz çünkü. Bu bizim devrimimiz ve onu gerçekleştirmekle yükümlü olan biziz."

Bu açıklamalar yayınlandıktan birkaç saat sonra, ABD'nin iki büyük basın kurumu The New York Times ve The Washington Post, konuyla ilgili yeni yorumlarını ve haberlerini yayınladılar.

Ertesi gün, 1 Mart'ta, DPA ajansı şu haberi verdi: "ABD basını, Libyalı isyancıların, Batı'dan, Başkan Muammer el Kaddafi yanlısı kuvvetlerin stratejik mevzilerini havadan bombalamasını isteyebileceğini yazıyor. The New York Times, isyancı liderlerin, Kaddafi'nin yeniden iktidarı alması ihtimalinden gitgide daha çok endişe ettiklerini belirtti. The Washington Post, isyancıların, Batı'nın desteği olmazsa, Kaddafi'ye bağlı güçlerle savaşın çok uzun süreceğini ve pek çok insanın hayatına mal olacağını söylediklerini yazdı. The New York Times'a göre, isyancıların sözcüsü, hava harekâtı Birleşmiş Milletler çerçevesinde yürütülürse, uluslararası müdahale anlamına gelmez demiştir."

Haberlere göre, isyancıların konseyinde, avukatlar, akademisyenler, yargıçlar ve toplumun ileri gelenleri bulunuyor. Gösterilere katılanlar arasında tek bir işçinin, köylünün, kol emekçisinin, maddi üretimle ilgili insanların veya öğrencinin, savaşçının bulunduğuna değinilmemesi düşündürücüdür. İsyancıları, Libya toplumunun, ABD ve NATO bombalarıyla Libyalıları öldürtmek isteyen ileri gelenleri olarak takdim etmek için bu gayretkeşlik neden?

Irak'ta milyonlarca insanın öldürüldüğü, evsiz, işsiz bırakıldığı veya göç etmek zorunda kaldığı feci olayları bu kadar etkili bir şekilde dile getiren, Bingazi Üniversitesi'nden siyaset bilimi profesörü gibi bir insan, bir gün bize gerçeği anlatacaktır.

Böyle bir müdahale bildiğimiz birçok emperyalist savaştan hangisine benzeyecektir? 1936'daki İspanya savaşına mı? Mussolini'nin 1935'te Etiyopya'ya açtığı savaşa mı? George W. Bush'un 2003'te Irak'a karşı giriştiği savaşa mı? Veya Meksika'nın 1846'da işgal edilmesinden 1982'de Falkland Adaları'nın istila edilmesine kadar, ABD'nin Amerika kıtaları halklarına karşı yürüttüğü bir sürü savaşa mı? Tabii, önümüzdeki 16 Nisan'da bir kez daha anacağımız, kiralık askerlerin Domuzlar Körfezi çıkarmasını, kirli savaşı ve anavatanımızın 50 yıl boyunca abluka altında tutulmasını da unutmamak gerek.

Bütün bu savaşlarda, milyonlarca cana mal olan Vietnam savaşında olduğu gibi, en utanç verici gerekçeler ve önlemler kullanıldı.

Libya'ya kaçınılmaz askerî müdahale konusunda herhangi bir şüphe duyanlar için, iyi haber aldığını düşündüğüm AP haber ajansının bugünkü manşetini aktarıyorum: "Diplomatlar, NATO ülkelerinin; uluslararası topluluğun Libya hava sahası üzerinde bir hava ambargosu uygulanması kararına varması durumunda, 1990'larda Balkanlar üzerinde oluşturulan uçuşa yasak bölgelerin model alınacağı bir acil eylem planı hazırlanması gerektiği konusunda uzlaştıklarını söylediler."

Haber şöyle devam ediyor: "Konunun hassasiyeti nedeniyle adlarını veremeyen yetkililer, ele alınan seçeneklerin başında, 1993'te Güvenlik Konseyi'nin onayıyla Bosna üzerinde kurulan uçuşa yasak bölge ile 1999'da Güvenlik Konseyi'nin ONAYI OLMADAN NATO'nun Kosova'yı bombalamasının bulunduğunu belirttiler."

2 Mart 2011


IV

NATO'nun kaçınılmaz savaşı (ikinci bölüm)

1969 yılında, o sırada henüz 27 yaşında bir albay olan Kaddafi, Mısır'daki Nâsır'dan ilham alarak, Libya'da Kral I. İdris'i devirmişti. Kaddafi, akabinde tarım reformu ve petrolün millileştirilmesi gibi adımlar atmış, artan gelirler iktisadi ve toplumsal kalkınmaya vakfedilmiş, özellikle de eğitim ve sağlık hizmetleri çölde yaşayan seyrek nüfusa ulaştırılmıştı.

Çölün gerisinde devasa bir paleosu denizi, yani fosil su denizi yatıyordu. Öte yandan, burada deneysel bir çiftliğin varlığını öğrendikten sonra, bu sularla yapılan tarımın petrolden daha yararlı olabileceğini de düşünmüşümdür.

Müslüman halklara özgü yoğun dini faaliyetler de ülkedeki aşiret geleneklerini dengeliyordu.

Küba, Libyalı devrimcilerin kendilerine has girişimlerine ilke gereği saygı duydu. Libya liderliği hakkında fikir belirtmekten kaçındık.

Zaten ABD ve NATO'nun asıl derdinin Libya değil, Arap dünyasını saran devrimci dalga olduğunu görüyoruz. Bunu her ne pahasına olursa olsun engellemek istiyorlar.

ABD ve NATO'cu müttefikleri ile Libya arasındaki ilişkilerin son yıllarda mükemmel olduğunu kimse yadsıyamaz. Tunus ve Mısır'daki isyanlara kadar durum böyleydi. Libya ile NATO liderleri arasındaki üst düzey toplantılarda, kimsenin Kaddafi'ye itirazı yoktu. Ülke üst kalite petrol, gaz ve potasyum kaynağıydı. Kaddafi iktidarının ilk dönemlerinde yaşanan sorunlar geride kalmıştı.

Petrol üretimi ve dağıtımı dış yatırıma açılmıştı. Birçok kamu kurumu özelleştirilmişti. IMF bu oyuna mutlu mesut yönetmenlik yapmıştı.

Sağcı Aznar Kaddafi'ye övgüler düzüyor, Blair, Berlusconi, Sarkozy, Zapatero ve hatta dostum İspanya Kralı, Libya liderinin müstehzi bakışları altında geçit töreni düzenliyorlardı. Herkes müsterihti.

Beni fazla alaycı bulabilirsiniz ama aslında alaycı değilim, yalnızca niye şimdi Libya'ya müdahale etmek ve Kaddafi'yi Lahey Adalet Divanı'na sevketmek istediklerini anlamakta güçlük çekiyorum.

Gün boyu Kaddafi'yi silahsız kitlelere ateş açma emri vermekle suçluyorlar. Niye bu silahların, özellikle de karmaşık baskı silahlarının ABD, İngiltere ve diğer sözde Kaddafi düşmanları tarafından temin edildiğini kabul etmiyorlar?

Ben, yalnızca, şu anda Libya'yı işgal etmek için kullandıkları sahte gerekçelere katlanamıyorum.

Kaddafi'yi son ziyaret ettiğimde 2001 Mayıs'ıydı, görece mütevazı meskenine Reagan'ın düzenlediği saldırıdan 15 yıl sonra. Bana yıkıntıyı göstermişti. Ev doğrudan bombaya hedef olmuştu. Üç yaşındaki kızı saldırıda ölmüştü. Kaddafi onu Ronald Reagan'ın öldürdüğünü söylüyordu. Bu saldırı ne NATO, ne İnsan Hakları Konseyi, ne de Güvenlik Konseyi'nin herhangi bir kararına dayanıyordu.

Daha önceki ziyaretim ise 1977'de idi. Libya'da devrimci süreç başladıktan sekiz yıl sonra. Trablus'u ziyaret etmiştim. Sebha'da Libya Halk Kongresi'ne katılmıştım. Fosil suları denizinden elde edilen sularla yapılan deneysel çiftlikleri incelemiştim. Bingazi'yi ziyaret etmiş ve çok sıcak karşılanmıştım. Son dünya savaşında büyük muharebelere sahne olan ülke buydu. O vakitler nüfusu altı milyonu bulmuyordu. Daha inanılmaz miktarda hafif petrol ve fosil su kaynaklarından da haberleri yoktu. O sıralar Portekiz'in Afrika'daki sömürgeleri daha yeni kurtuluyordu.

Angola'da 15 yıl boyunca ABD'nin aşiretler arasından örgütlediği paralı askerler, Mobutu hükümeti ve iyi donanımlı ırkçı Güney Afrika'nın Apartheid rejimi ordusuna karşı savaşmıştık. Bu ordu, bugün bildiğimiz üzere ABD direktifleriyle Angola'yı 1975'te işgal ederek bağımsızlığını engellemeye çalıştı. O yıl başkent Luanda'nın eteklerine kadar varmışlardı. Bu süreçte bir dizi Kübalı uzmanı kaybettik. Acilen kaynak yolladık.

Sonraki 13 yıl boyunca Güney Afrikalı ırkçılar, Angolalılara ve enternasyonalist Kübalı birliklere karşı savaşmaya devam ettiler.

ABD ve İsrail'in desteğiyle, Apartheid rejimi nükleer silahlar geliştirdi. Angolalılar ve Kübalılar ırkçı ordunun hava ve kara birliklerini Cuito Cuanavale'de geri püskürtüp, konvansiyonel silahlarla Namibya sınırına doğru sıkıştırdıklarında, onların ellerinde nükleer silah vardı bile. İki defa birliklerimiz bu tür silahlarla saldırıya uğrama tehdidiyle karşılaştılar: Kasım 1962'de Küba'da ve 1980'lerde güney Angola'da. Ama Güney Afrika ırkçı rejimi nükleer silah kullanmış olsaydı dahi, o korkunç sistemin devamını sağlayamayacaklardı. O sırada ABD'de Ronald Reagan ve Güney Afrika'da da Pieter Botha iktidarı vardı.

Şimdi kimse bunlardan, emperyalist sömürü nedeniyle kıyılan yüz binlerce candan bahsetmiyor.

Bugün Arap halkları başkaldırdıkları için benzer bir büyük riskle karşı karşıya.

ABD ve NATO'nun korkulu rüyası olan Arap dünyasındaki devrim hareketi, mahrum olanların devrimi olacak. Avrupa'da 1789'da Bastil'in ele geçirilmesinden sonra en büyük olduğu söylenen bir dalga.

Ondördüncü Lui bile Suudi Kralı Abdullah'ın ayrıcalıklarına veya bugün Yankiler aracılığıyla çıkartılan devasa zenginliğe sahip değildi.

Libya krizinden bu yana, Suudi Arabistan'dan çıkarılan petrol günde bir milyon varile yaklaştı. Bu sayede bu ülkenin ve onu kontrole edenlerin gelirleri günde bir milyar dolara yaklaşıyor.

Elbette kimse Suudi halkının para içinde yüzdüğünü zannetmesin. Orada başta inşaat olmak üzere çeşitli sektörlerdeki işçilerin çalışma koşullarını, düşük maaşlar karşılığı günde 13 14 saat çalışmaya zorlandıklarını okumak insanın yüreğini burkuyor.

Mısır ve Tunus'ta işçilerin çıkışının, Ürdün'de işsiz gençliğin, Filistin'de, Yemen'de ve hatta daha yüksek gelirli Bahreyn'de ve BAE'de yaşananların ardından, Suudi üst tabakası da etkilendi.

Bu dönem, başka zamanlara benzemiyor: Arap halkları olup biteni anında öğreniyorlar, haberler son derece manipüle edilmiş olsa dahi.

İmtiyazlı sınıflar için en kötüsü de, bu gelişmelerin gıda fiyatlarındaki artış ve iklim değişikliğiyle birlikte yaşanmış olması. Dünyadaki başlıca mısır üreticisi ABD, bu ürünün yüzde kırkını ve ayrıca soya hasılatının önemli kısmını, otomobiller için biyoyakıt üretmek üzere kullanıyor.

Bolivarcı Başkan Hugo Chávez, Libya'ya NATO müdahalesi olmadan krize bir çözüm bulunması için cesur bir girişimde bulundu. Eğer müdahaleden önce, geniş bir görüş birliği sağlayabilirse bir şansı var. Böylece Irak deneyiminin yeniden yaşanmasının önüne geçebiliriz.

4 Mart 2011

 
Yazarın Diğer Yazıları
 AĞIT - Başak Ergil
 Niçin Demokratik Devrim Değil? - M. Güneş
 AB'nin Tarımı Çökertme Süreci Başladı - Dilek Onur
 Kaça Kadar? - Başak Ergil
 Ahilikten Meslek Yüksek Okullarına Türkiye'de Mesleki Eğitimin Gelişimi - Pelin Gül
 Bunalım Artarken İşçi Sınıfının Bugünkü Durumu - Ali Akgül
 BİR ÇİFT EL - Başak Ergil
 Venezüella Referandumunun Anlattıkları... - Alan Woods
 düşürdüler cam gibi dağıldık - Muzaffer FIRAT
 Üfle ki direngenliğini - Başak Ergil
 Özgürlük Bunun Neresinde? - Sakine Koca
 ATEŞLE BARUT - Başak Ergil
 Sendikalar ve Sol - Süleyman Üstün
 Çağrı Merkezleri ve Emekçi MT'ler
 Bilinç ve Merhamet - Cemile Vuslat