Sosyalist Dergi: 30 |  Diğer Yazarlarımız |
Ulusal Gelir Kime Aittir / Ozan Gökbakar

Yakın zamanda Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan ulusal gelir verileri, burjuva basını tarafından, ülkemiz ekonomisinin büyüme içerisinde olduğu, hatta bu konuda rekor kırıldığı şeklinde ifadelerin yer aldığı haberlerle aktarılmaktadır.1 Ancak ilginç bir şekilde "resmî" işsizlik oranlarında ekonomik büyümeye paralel bir azalış olduğunu söylemek güçtür. İstatistik kurumunun raporlarına göre işsizlik oranı hâlen yüzde 10'un üzerindedir ve genç nüfus içerisindeki işsizlik oranı 2009 yılından beri yüzde 20 düzeyinde seyretmektedir.2


Ulusal gelir hesapları

Ulusal gelir verileri ekonomik büyümenin ölçülmesinde yararlanılan araçlardandır. Söz gelimi, bir ülkede ihtiyaç duyulan ve üretilen malların yalnızca ekmek ve ekmeği üretmek için kullanılan un, su ve değirmen olduğunu varsayalım. Bu durumda söz konusu ülkede, bir yıl içerisinde üretilen toplam ekmek, un, su ve değirmen miktarının karşılık geldiği toplam parasal tutar, o ülkenin ulusal gelirini ifade eder. Ekonomik büyüme ise, ulusal gelir düzeyinde artış olması, yani kabaca ülkedeki üretim ve tüketim malları miktarının artmasıdır.

Eğer, ekmeğin üretilmesinde kullanılan değirmenin eskidiği ve bu eskimenin yarattığı tamir, yani yenileme maliyetiyle; üretilen ekmeğin, suyun veya unun satın alınması sırasında yapılan KDV kesintisinden devletin elde ettiği dolaylı vergi gelirlerinin toplam tutarı, ulusal gelir rakamına eklenirse "brüt ulusal gelir" ya da diğer adıyla "gayrisafi milli hasıla" tutarı ortaya çıkar.

Hükümete bağlı organlarca "gayrisafi milli hasıla" olarak adlandırılan "brüt ulusal gelir", ülkede kullanılan makine, fabrikalar vb. üretim araçlarının aşınma maliyetlerini de içerdiği için, önemli bir ekonomik gösterge olarak karşımıza çıkmaktadır.

İşçilerin çalışıp ürettiği değerden sağladığı kâr, faiz ve rantla yaşayan işverenler, ülkelerine ait üretim faktörlerini, yani iş gücü ve makinaları (örneğimizde değirmen) başka ülkelere yatırım yapmak üzere de kullanırlar. Bunların buradan elde edeceği gelire, dış alem faktör gelirleri adı verilir. Aynı şekilde, başka ülkelerden gelen yabancı işverenlerin ülkemize yapacağı yatırımlardan elde edeceği gelirler de, ülkemiz adına dış alem faktör gideri olacaktır. Dış alem faktör gelirleri ve giderleri arasındaki fark ise net dış alem faktör gelirleri olarak adlandırılır. Eğer net dış alem faktör gelirleri tutarı, brüt ulusal gelir tutarından çıkarılırsa gayrisafi yurt içi hasıla elde edilir.


Halka sayılarla yalan söylemenin incelikleri

2008 yılının mart ayında hükümete bağlı istatistik kurumu tarafından ulusal gelirin hesaplanmasına ilişkin bazı değişikliklere gidilmiştir. Bunlardan ilki büyüme verilerinde istatistik kurumunun "Gayrisafi Milli Hasıla" yerine "Gayrisafi Yurt İçi Hasıla" tutarını esas almasıdır.3 Hatırlanacak olursa, ülkemiz ekonomisi dış ticaret açığına bağlı olarak uluslararası ödemeler dengesinde yıllardır sürekli açık vermektedir. Söz konusu açık, yabancı ülkelerden sağlanan ve "sıcak para" adı verilen para girişleriyle dengelenmeye çalışılmaktadır. Yani ülke için yurt dışındakinden daha yüksek olan bir faiz oranı belirlenerek yabancı tasarruf sahiplerinin ülkemizdeki bankalara para yatırması sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu durum yabancıların ülkemizdeki bankalardan faiz geliri elde etmesi anlamına gelir. Bu, gayrisafi milli hasılanın içerdiği net dış alem faktör gelirlerini azaltıcı bir unsurdur. İstatistik kurumunun "ulusal hesaplar" adlı raporlarında artık GSMH'ye yer vermemesi, yalnızca GSYH'ye yer vermesi bu bağlamda oldukça dikkat çekmektedir.

Yapılan ikinci değişiklik ise hesaplamalarda 1987 fiyatlarının değil, yeni düzenlemelerle 1998 fiyatlarının esas alınmasıdır. 1987'deki genel fiyat düzeyinin 1998'e oranla daha düşük olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu durum, daha önceki yönteme göre daha yüksek rakamların ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Büyüme oranlarına bakıldığında ise, genel olarak diğer yılların yeni hesaplama yöntemine göre oranları aynı iken, 1998 fiyatlarına göre yapılan hesaplamalarda 2001, 2004 ve 2005 yıllarının büyüme oranları 1987 fiyatlarına göre yapılan hesaplamalarda olandan daha yüksek gözükmektedir. Ayrıca, 1987 yılı rakamlarına göre yapılan hesaplama 2008 yılından sonra kullanılmadığı için, son yılların rakamlarına ilişkin kıyaslama yapılamamaktadır.4


Ulusal gelirin dağılımı

Üretime konu olan malların toplam parasal tutarı, aslında bu malların üretiminde çalışan işçilere ödenen ücretlerin ve işçilerin ürettiği malı satan işverenlerin elde ettiği kârların toplam tutarıdır ve işte bu yüzden söz konusu olan bu toplam parasal tutar, o ülkenin ulusal geliri olarak adlandırılır. Yani bir ülke ne kadar üretiyorsa, o kadar toplam gelir elde ediyor demektir.

Ulusal geliri teşkil eden üretim faaliyetinin sonucunda ortaya çıkan mal ve hizmetler kendi içerisinde kabaca üretim malları ve tüketim malları şeklinde iki gruba ayrılır. Bahsi geçen ekmek nihai tüketim malı, ekmeği üretmek için kullanılan değirmen ise üretim malına örnektir.

"Toplumun yıllık ürünü iki kesimden oluşur; bunlardan birisi üretim araçlarını, diğeri tüketim nesnelerini kapsar. Bunların her birinin ayrı ayrı ele alınması gerekir.

Yıllık ürünün, üretim araçlarını oluşturan kesiminin toplam değeri şöyle bölünür: bu değerin bir kısmı, yalnız, bu üretim araçlarının yapımında tüketilen üretim araçlarının değerini temsil eder; bu yenilenmiş bir biçim içerisinde tekrar ortaya çıkan sermaye değerden başka bir şey değildir; öteki kısım, işgücüne yatırılan sermayenin değerine ya da kapitalistlerin bu üretim alanında ödedikleri ücretlerin toplamına eşittir. Son olarak, değerin bir üçüncü kısmı, bu kategoriye giren sanayi kapitalistlerinin, toprak rantı da dahil kârlarının kaynağıdır."5

Ulusal gelir, bütün toplumun ürünü gibi gözükse de, aslında toplumun belli bir kesiminin ürünüdür. Çünkü, kapitalizmde toplum, mal ve hizmetlerin üretimini gerçekleştiren, ancak yarattığı değerin tamamına değil de belli bir bölümüne karşılık gelecek şekilde ücret alan işçi emekçi kesim ile, işçi emekçi kesimin ürettiği değerin karşılığını alamadığı kısmına el koyarak, yani emek harcamadan yaşayan işverenler kesimi, yani kapitalist kesim olmak üzere, kabaca iki ana sınıfa ayrılmıştır.

Söz konusu olan fabrika ve işyeri sahipleri, yani kapitalistler, işçilerin mümkün olduğunca çok üretip mümkün olduğunca az ücret istemelerini arzularlar. Çünkü fabrika ve işyeri sahipleri, iktisadi varlıklarını, işçilerin ürettikleri ürünlerin satışından elde edecekleri kârla sürdürebilirler. Söz konusu kâr, işçilere çalıştıkları iş günü boyunca ürettikleri değerin, örneğin ekmeğin satışından elde edilen gelirin tamamını değil de, yalnızca bir kısmını ücret olarak vererek sağlanabilir. Üretilen her malın değerinin içerisinde, daha önceden üretilmiş olan hammadde ve malzemelerin elde edilebilmesi için gereken sabit sermaye; satın alınmış hammadde ve malzemeyi kullanarak yeni bir mal üretenlere, yani işçilere ödenen ücretler için ayrılan değişken sermaye; ve en sonunda, işçilerin ürettiği malın değeri ile işçilere ödenen ücret arasındaki farktan oluşan artı değer olmak üzere, üç kısım söz konusudur. Daha önceden üretilmiş olan hammadde ve malzemeler de zaten daha önceden başka sektörlerdeki işçilerin harcadıkları emek gücünün ürünleridir.

İşçilerin ve emekçilerin ürettiği değer üzerinden elde ettikleri kâr, faiz ve rantla, yani sermaye geliriyle, bir başka deyişle, emek harcamadan yaşayan fabrika, banka ve toprak sahipleri, elde ettikleri gelirin bir bölümüyle kendilerinin ve ailelerinin kişisel tüketimlerini, diğer kısmıyla ise yeni yatırımlarını karşılarlar.

Kâr, faiz ve rantla yaşayan işveren kesimi, gerek zorunlu, gerekse lüks ihtiyaçlarını karşılamaya ve yeni yatırımları gerçekleştirmeye yetecek kadar sermaye biriktirmek ve bunu yapabilmek için de işçilere mümkün olduğunca az para verip onları mümkün olduğunca çok çalıştırmak zorundadır. Elbette ücretler dışında işçilerin hayatlarını devam ettirebilmek için yapılması gereken ve bu bağlamda patronların mümkün olduğunca kaçınmaya çalıştığı çeşitli harcamalar da söz konusudur. Böylece burada söz konusu olan, sigorta kesintileri, iş yeri güvenliği için gerekli yatırımlar vb. harcamalar aslında işçilerin cebinden çıkarken, bunlara çoğu zaman patronların çeşitli yollarla el koyduğu da görülür.

Ekonomik büyümenin gerçekleşebilmesi için üretim mallarına ilişkin yatırımların artması, toplam ülke gelirinin artmasına yol açar. Toplam gelirdeki her artış yatırım ve tüketim mallarına yönelik yeni harcamalar yaratır. Bu harcamalar, toplumu oluşturanların ısınma, barınma, beslenme, eğitim ve sağlık gibi gereksinimleri için söz konusu olan zorunlu tüketim malları, genellikle emek harcamadan yaşayanların teşkil ettiği zenginlerin daha çok nail olabildiği lüks tüketim malları ve bütün bu tüketim mallarının üretilebilmesi için gereken üretim malları için yapılan harcamalar şeklinde üç ana grupta toplanır. Bütün bu harcamalardaki artışlar, aynı zamanda toplam talep düzeyindeki artışlar anlamına gelir. Yani talep gelirin bir sonucudur. Kapitalizmde gelir dağılımındaki adaletsizlik, gelir ve talep artışlarının da eşit bir şekilde olmadığı bir ortam teşkil eder. Zenginlerin yani, kâr, faiz ve rantla yaşayanların artan gelirlerini kişisel tüketimlerine ve yeni yatırımlara harcaması, yatırımların hemen gelir getirmediği ve lüks tüketimin arttığı bir ortamda, toplam mal fiyatlarının artmasına neden olur. Burada, yatırım mallarına daha önce örnek gösterdiğimiz değirmen ve un, su vb. malların daha çok üretilebilmesi için, bunların üretiminde kullanılan diğer mallara olan talebin de artması söz konusudur.

Talep artışlarının fiyat artışlarını beraberinde getirmesini ise, müzayede salonundaki malların satılması olayına benzetebiliriz. Söz gelimi, bir malın, yalnızca bir tane olduğu, ancak iki kişi tarafından istenildiğini var saydığımızda, iki kişi de mal satan kişiye diğerinden daha çok para vermeye razı olabilecektir. Eğer almak isteyenlere bir kişi daha eklenirse, o zaman talep artmış olur; bu durumda, satan kişi daha çok para isteyebilecektir.

Ulusal gelirdeki artış ve buna bağlı olarak toplam harcamalarda ortaya çıkan artışın bir sonucu olarak bu bağlamda malların genel fiyat düzeyinde de yükselmeler ortaya çıkar. Özellikle tüketim mallarının fiyatlarındaki artış, bunları üretenlerin aldıkları ücretlerde artışlar talep etmelerini zorunlu kılar. Aksi takdirde, zorunlu tüketim mallarını satın alamayan işçi emekçi kesimi yaşamını devam ettiremez. Aynı durum, zorunlu ve lüks tüketim mallarını satın alabilen işyeri sahipleri için pek geçerli değildir. İşçilerin mecburi olarak ücretlerinde artış istemeleri ve bunun için grev vb. yollara başvurmaları nihayetinde ücretleri arttırsa bile, bu artışlar, lüks tüketimlerinden ve emek harcamadan sağlanan yaşam koşullarından ödün vermek istemeyen iş yeri sahipleri tarafından mal fiyatlarına yansıtılır. Böylece mal fiyatları daha da artmaya devam eder. Mal fiyatlarındaki artış oranı olan enflasyon bu şekilde, ekonomik büyümenin gerçekleştiği dönemlerde yükselir.

Bütün bunlar, belli bir noktadan sonra, bütün tüketim ve üretim mallarını ürettiği hâlde tüketim gereksinimlerini bile karşılayamayan milyonlarca insanın olduğu bir ortamın oluşmasına yol açar. Üretilmiş ama pek çoğu satılamayan milyonlarca mal ve bunları ürettiği hâlde yeteri kadar geliri olmadığı için tüketemeyen milyonlarca insan...

Böylece satılamayan malların fiyatları düşmeye başlar, bu da genel olarak kârları düşürür. Kârları azalan patronlar da, bunun üzerine, yatırımlar için gereken masrafları azaltırlar. Yatırımların azalması, nüfusun ve iş gücünün arttığı bir ortamda insanların işsiz kalmasına yol açar. Ancak bu durum, yalnızca yatırımların azalmasıyla da kalmaz, aynı zamanda, var olan fabrika ve iş yerlerinin kapanmasına da yol açar. Yani, patronlar, sırtlarından para kazandıkları işçileri, yani zenginliği üretenleri de işten atmaya başlar. İşte bu durum, ekonomik büyümeyi takip eden kriz dönemidir. Bu şekilde, kapitalizm, sürekli ve kaçınılmaz olarak her büyüme döneminde önce enflasyondaki yükselişlere, ardından da krizlere sebep olan gerilimli bir kısır döngüye insanlığı mahkûm eder.

İş adamlarının ekonominin lokomotif gücü olduğunu söylemek, onları el üstünde tutmak gülünçtür. Zira iş adamları en ufak bir ekonomik krizde önce kendi lüks tüketimlerinden değil aksine ekonomik büyüme için ülkenin ihtiyaç duyduğu yatırımlardan cayarlar. Patronların keyif içerisinde ve emek harcamadan yaşamasını sağlayan kapitalist ekonominin müzmin hastalığı olan krizlerin ve enflasyonun yükünü de böylece üretenler, yani ulusal gelirin gerçek sahipleri çekmiş olur. Ekonominin lokomotif gücü yalnızca işçi emekçi kesimdir. Patronlar ise emek harcamadan yaşayan hazır yiyiciler olarak ekonomik büyümenin ayak bağından başka birşey değildirler.


Kalkınma için Sosyalizm

Görüldüğü gibi, kapitalizmde, üretim ve değişim araçlarının, yani fabrikaların, tarlaların, bankaların, hammaddelerin vb. mülkiyetini elinde tutan patron kesimi, bunların işlemesini, mal ve hizmet üretmesini sağlayan, yani üreten işçi emekçi kesimin yarattığı değerin bir bölümüyle kendi lüks tüketimini emek harcamadan sağlarken, diğer bölümü ile de yeni yatırımlar için sermaye biriktirmektedir. İşçi emekçi kesim ise bütün mal ve hizmetleri üretirken, bunların karşılığı olmayan ama ancak hayatını devam ettirmesini sağlayan zorunlu malları tüketmesine yetecek kadar (hatta bazen bunun dahi altında) aldığı ücretle ısınma, barınma, giyinme gibi ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Bunların yanında eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek için vergi ödemek durumunda kalır. Çoğu zaman da ödediği vergilerin karşılığını alamaz. Bu şekilde adaletsiz bir ortam olan kapitalist üretim ilişkileri, bir de bütün bunların üstüne, düzenli olarak kriz ve enflasyona sahne olur.

Üstüne üstlük, son dönemde kapitalizmin geldiği nokta, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının zorunlu bir sonucu olarak kapitalistler arasında ortaya çıkan kartel ve tröst tarzı örgütlenmelerin, yani tekelleşmenin bir sonucu olarak giderek daha sık yüksek enflasyon, kriz ve savaş süreçlerinin yaşanmasına yol açarken, bu süreçlerin giderek daha fazla sıklaştığını göstermektedir. Bütün bunlar, kapitalizmin üretim ve kaynak tahsisini de sağlayamayan bir üretim sistemi olarak artık insanlığın gelişmesinin, kalkınmasının önünde engel teşkil ettiğini gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda tarihte uzaya ilk defa yapay uydu (1957 Sputnik) ve insan (1961 Yuri Gagarin) yollayan ülkenin sosyalist bir ülke olan Sovyetler Birliği olması ve söz konusu ülkenin iktisadi veriler bağlamında dünya kapitalizminin hamisi ABD'yi geçmiş olması tesadüf değildi.

İşte bu noktada, sözünü ettiğimiz tüm üretim ve değişim araçlarının tüm halkın mülkiyetinde olduğu, üretim ve kaynak tahsisinin kapitalistlerin üretim anarşisi ve başarısız piyasa mekanizması yerine tüm halkın katılımıyla işleyen merkezî bir planlama motifi ile gerçekleştirildiği sosyalist üretim ilişkileri zorunlu olarak gündeme gelmektedir. Sosyalist üretim sisteminde, kapitalizmden farklı olarak, fabrikalar, tarlalar, bankalar, hammadde kaynakları vb. üretim ve değişim araçları, halkın mülkiyetindedir. Üretimden elde edilen birikim, halka ait olan kamu bütçesinde toplanır ve bütün tarımsal, sınai yatırımlar, ayrıca eğitim, sağlık ve barınma gibi hizmetler için gereken yatırımlar kamu bütçesinden ve dengeli olarak yürütülen planlı bir kalkınma politikası çerçevesinde karşılanır. Böylece evsizlik, işsizlik, enflasyon, kriz gibi kapitalizme özgü sorunlar sosyalist üretim ilişkilerinde gözlemlenmez.

Gerek kapitalizmin, gerekse sosyalizmin geçmişini göz önünde bulundurduğumuzda, insanlığın varlığını sürdürebilmesi için sosyalizmin nasıl bir zorunluluk olduğu daha iyi anlaşılabilir. Zenginliği ve gücü, kendisine ekonomik açıdan bağımlı geri kapitalist ülkeleri sermaye ihracı yoluyla sömürmeye dayanan ABD ile sosyalist üretim ilişkilerinin ilk örneklerinden Sovyetler Birliği arasında yapılacak bir kıyaslama bu konuda gerçekleri ortaya koyar.

Söz gelimi, ABD tarihi boyunca her yerde savaş çıkarıp hiç yıkıma ve işgale uğramadığı hâlde; kurulduğu yıllarda, önce ABD ve İngiltere gibi ülkelerce yok edilmeye çalışılan, sonrasında İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında milyonlarca insanını kaybetmesine ve büyük bir iktisadi yıkıma yol açan Nazi Almanyası'nın işgaline rağmen, Sovyetler Birliği, savaş sonrasında, ABD para birimi dolar bazında yapılan hesaplamalarla, brüt ulusal geliri açısından dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü hâline gelmişti. Üstelik parasal bir ölçüt olduğu için kullanılan ülkenin para biriminin ilgili ülkeyi avantajlı kıldığı göz önünde bulundurulduğunda, kalkınmışlık açısından ABD'nin Sovyetler Birliği'nden daha geri konumda olduğu dahi söylenebilirdi.

Başından beri kalkınma ölçütleri arasında güvenilirliğinin ne kadar da şüpheli olduğu ortada olan ulusal gelir hesapları yerine, kalkınma düzeyine ilişkin bilgi veren ölçütler arasında daha güvenilir olan temel fiziki ve demografik ölçütler dikkate alındığında, sosyalist Sovyetler Birliği, dünya kapitalizminin öncüsü ABD'nin önünde dahi gözükmekteydi.

Örneğin, fiziki üretim açısından bakıldığında kalkınma düzeyinin yüksekliği hakkında bilgi veren ağır sanayi üretiminde Sovyetler Birliği, ABD dahil bütün gelişmiş sömürücü kapitalist ülkeleri İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan sonra geride bırakmıştı. Söz gelimi, ABD'nin çelik üretiminin 124 milyon ton6 olduğu dönemde Sovyetler Birliği'nde 150 milyon ton çelik üretilmişti.7 Aynı durum demir vb. diğer işlenmiş metallerin üretiminde de söz konusuydu.8

Bunun yanında, bir başka kalkınma ölçütü olan sağlık hizmetleri verileri dikkate alındığında, ABD'de 100 bin kişiye 972 hastane yatağı ve 282 doktorun düştüğü, Fransa'da ise bu sayıların 1140 ve 278 olduğu dönemde, Sovyetler Birliği'nde 100 bin kişiye 1210 hastane yatağı ve 347 doktor düşmekteydi.9

Bir diğer kalkınma ölçütü olan eğitim verilerine bakıldığında da, Sovyetler Birliği, en önde gelen kapitalist ülkeleri yine geride bırakmıştı. Örneğin, öğrenci ve öğretmen sayıları dikkate alındığında (öğretmen başına düşen öğrenci sayısının mümkün olduğunca düşük olması gerekir) kapitalist ABD'de öğretmen başına 21 öğrencinin düştüğü dönemde, Sovyetler Birliği'nde öğretmen başına 15 öğrenci düşmekteydi.10

Üstelik bütün bu saydığımız, eğitim ve sağlık hizmetleri, hatta bunların yanında barınma, ısınma, su, elektrik gibi ihtiyaçlar, sosyalist ülkelerde faturasız olarak halka sunulmaktaydı.

Eğitim, sağlık vb. alanlarda Sovyetler Birliği'nin sağladığı başarılardan çok daha fazlasını gerçekleştiren, kişi başına milli gelir, eğitim, sağlık vb. alanlarda Sovyetler Birliği'ni bile geçen Demokratik Almanya gibi diğer sosyalist ülkeleri de burada ayrıca hatırlatmak gerekir.

Soğuk Savaş sonunda başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist sistemi ortadan kaldırmayı başaran kapitalizm, insanlığa çok büyük zarar verdi. İnsanlığı ve doğayı gerçek bir yıkımın eşiğine getirdi. Ne var ki, vahşi neoliberalizmi, Küba ve benzeri direniş noktaları hariç, her yerde hâkim kılarak yirmi yıldır gezegenimizde istediği gibi at koşturan kapitalizm, işçi sınıflarının ve ezilen halkların tepkisiyle yeniden karşı karşıya geldi. Arap halklarının Tunus ve Mısır'daki görkemli ayaklanmaları, Yunanistan işçi sınıfının sürekli grevleri, Avrupa ve Asya'da büyük grev ve gösteriler, Latin Amerika halklarının adım adım gelişen başarıları, sokakları ve alanları yeniden keşfeden emekçi kitlelerin gitgide büyümesi; yirmi birinci yüzyılın yeni devrimler dönemine girdiğimizi, devrim ve sosyalizmin yeniden güncel hedefler durumuna geldiğini gösteriyor. Kapitalizmin ve emperyalizmin hesap vereceği günler yeniden yaklaşıyor.

İnsanlığa ayakbağı olan, ulusal gelirden, işçi emekçilerin, yani zenginliği yaratanların, uygarlığın yükünü sırtında taşıyanların emekleri ölçüsünde nasiplenebilmesine engel olan kapitalizmden kurtulmak için zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yoktur.

Kazanacağımız ise, geçim sıkıntısından, işsizlik korkusundan uzak, barınma, eğitim, sağlık vb. ihtiyaçlarımızın ücretsiz olarak karşılandığı, tüm yeteneklerimizi geliştirebileceğimiz, barış ve huzur içerisinde yaşayabileceğimiz sosyalist bir dünyadır!

1 http://www.milliyet.com.tr/buyume rakamlari aciklandi rekora ramak kaldi /ekonomi/sondakika/30.06.2010/1257234/def ault.htm
2
http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?tb_id=25&ust_id=8
3
TÜİK, Gayrisafi Yurt İçi Hasıla Güncelleme Çalışmaları, 1987 ve 1998 bazlı GSYH serileri Arasındaki Farklılıklar, 8 Mart 2008
4
http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?tb_id=57&ust_id=16
5
Kapital, 2. Cilt, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 416
6
Meydan Larousse Ansiklopedisi, ek cilt 21, s. 39
7
Meydan Larousse Ansiklopedisi, ek cilt 23, s. 783
8
Adı geçen yayınlar, ek cilt 21, s. 39 ve ek cilt 23 s. 783
9
Memo Larousse Ansiklopedisi, 4. cilt, s. 993
10
Memo Larousse Ansiklopedisi, 2 cilt, s. 639



 
Yazarın Diğer Yazıları
 Devrimci Duruş
 BİR KİTAP Dünya Tarihi: ÇOCUKLAR İÇİN... - Sibel Özbudun
 TEK YOL AVRUPA BİRLİĞİ Mİ? – Hakan Koçak
 İŞÇİ GENÇLİK GELECEKTİR -Ali Eriş
 “İÇERİ”DEN, “DIŞARI”DAN NOTLAR: ÜÇLEMELER - Yunus Mansur
 RAKAMLARLA KADINLAR - Deniz Özgür
 GENÇLİK ÜZERİNE - Derya Önsüer
 YENİ BİNYILDA YENİ BAYRAMLAR - Neşet Karadağ
 JOJİK’İN KAPI BİR KOMŞUSU - Erkan Karagöz
 NÜANSLARI GÖZETMEDEN SİYASET OLMAZ - Hikmet Muti
 BİLİMCİLER - İsmail Eser
 AVRUPA PARLAMENTOSU İÇİN SEÇİM YAPILDI - A. Ulutaş