ARSIZLAR KÖŞESİ
BİZ BUNLARI BİTİRDİK, YENİLERİ YOK MU?
Türkiye halkı, yeni olduğu varsayılan yüzleri büyük bir hızla öğüten ve
tarihin gerçek anlamda çöplüğüne savuran bir sağduyuya sahip. Halkımızın bu
sağduyusu her zaman bizlerin yararına olmasa da, şu seçimler öncesi ve sonrası
yaşadığımız olaylar, doğrusu tüm solcuları sevindirecek gelişmelere işaret
ediyor. Şimdi böyle şeyleri niye söylediğimizi merak ediyorsunuz değil mi? Hemen
aktaralım. Mehmet Ali Bayar diye bir ismi hatırlıyor musunuz? Biraz hafızanızı
zorlarsanız aslında akla gelecek bir isme sahip bu arkadaş. Geçen Nisan ayında
Mehmet Ali Bayar'ın Türkiye'ye gelişini hatırlarsanız kim olduğu daha kolay
meydana çıkar. Bu arkadaş daha önce de bizim arsızlarımız arasına konuk olmuştu.
Özellikle başta Aydın Doğan'ın Hürriyet'i olmak üzere büyük medyanın ta
Amerikalardan bulup çıkardığı, egemen sermayenin has evlatlarından, defalarca
denendiği için mutemet olarak görülen, üstelik de Demirel icazetli ve ailece 'bu
işlerle iştigal eden bir geçmişe sahip' olan bir vatandaşımızdı. Büyü tantana
getirilip Demokrat Türkiye Partisi'nin başına geçirilmiş, genç olduğu için bütün
o eski politikacıları mahvetmesi beklenmiş, yolsuzluklara bulaşmadığı için beyaz
sayfa açmaya müsait bir görüntüsü de olan bir insan.
Günlerce propagandası
yapıldı. Gelecek, geliyor, birazdan burada olur, şimdi kapıdan çıkacak, hah
çıktı geldi işte. Gelir gelmez karşılama merasimi, oradan gidip annesinin elini
öpüp hayır duası almalar, kuranı kerimi başının üzerinde gezdirmeler...
Kısacası, akılları sıra sağ politika kulvarında yürümek için gereken ne varsa
yaptı. Mehmet Ali Bayar şimdi nerede, hatırlayan var mı? Seçimlere kendi
partisinden girmeye cesaret edemeyip DYP listesinden Çiller'in kontenjanından
milletvekili olma hayali kurdu. Bu uğurda partisiyle bozuşmayı göze aldı. Ama,
oynadığı son oyun da tutmadı ve meclise giremedi.
O liberal diye
niteledikleri, yeni yüz saydıkları, Amerikan kültürüne sahip olduğu için
demokratik değerleri benimseyeceğini iddia ettikleri bu insan, şimdi Mehmet
Ağar'la birlikte hareket ediyor, burjuva siyasetinin bile en kirli yüzüyle
olmaktan gocunmuyor. Orası da yar olmayacak. Orada da huzur bulamayacak. Çok
kısa bir zaman içinde geldiği gibi gidecek de.
DERVİSHİMİZ NEREDE KALDI?
Bu arkadaşa benzer ama, ondan daha popüler biri daha vardı. Onun ismini henüz
unutmuş olamazsınız: Kemal Derviş.
Onun nerede olduğunu biliyor musunuz? Hani
her gün, ama her gün televizyonlara çıkan, bakanlara, başbakanlara fırça atan,
sömürge valisi gibi konuşan, sayemde cebiniz biraz para gördü görgüsüzlüğüyle
davranan, aklına estiğinde İMFye şikâyet etme tehdidinde bulunan bu arkadaş
nerede şimdi?
Hatırlayın, Kemal Derviş, ülkeyi kurtaramazsam, üniversiteye
dönerim, üçüncü bir yol seçmem demişti. Üçüncü yoldan kastedilen neydi? Sözde ya
ülkeyi kurtaracak bir konumda bulunacak ya da sıradan bir milletvekilliği
görevini kabul etmeyecekti. Kurtarma dediğinin ne olduğunu da biliyoruz tabii.
Ülkeyi bütünüyle uluslararası finans kurumlarının denetimine açmak, tüm yer altı
ve yer üstü kaynaklarımızı ulusötesi sermayenin hizmetine koşmak için gereken
yasal ve anayasal adımların atılmasını sağlamak. Sıradan görev dediği de, normal
şartlar altında gerçekten de halka hizmet makamı olması gereken milletvekilliği.
Böyle bir görevi sıradanlıkla suçlayıp elitizmine toz kondurmuyor.
Bu arkadaş
nereye gitti peki? Hüsamettin Özkan, İsmail Cem, İstemihan Talay üçlüsünü
kandırdı, Ecevit'e karşı çıkmalarına yol açarak onların DSP'den ayrılmalarını
sağladı, "birlikte memleketi kurtarabileceğimiz bir parti kuralım" deyip Yeni
Türkiye Partisini kurdurduktan sonra, hepsini terk ederek CHP'ye girdi. Şimdi,
sessiz sedasız maaşını alan, ah ben ne önemli bir adamım ama bu geri halk benim
kıymetimi bilmedi diyen bir tekaüt.
Herhalde kendisini kabul edecek bir
üniversite de bulamadığı için, ne yapsın, ondaki cevheri farkedecek birilerinin
iktidara gelmesini bekliyor. [s.g.]
BARIŞIN RESMİNDEN UTANANLAR!
Colin Powell'in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne savaşa zemin
hazırlayacak sözde "kanıtları" sunacağı gün, salonun dış duvarını kaplayan dev
"Guernika" halısının üstü mavi bir bezle örtüldü. Halının önüne BM üyesi
ülkelerin bayrakları dizildi. Oysa diğer günlerde diplomat ve bakanlar, bu
resmin önüne yerleştirilen mikrofon karşısında görüşlerini açıklıyordu. BM
yetkilileri, "Özel bir amaçla kapatmadık, sadece kameraların arkasında fon
olarak BM ambleminin ve bayrakların görünmesini istedik" dedi.
Normalde
böylesi bir haberin herhangi bir önem taşımaması gerekirdi. Ama, tablonun
simgelediği değerler ile onun önünde konuşma yapacak olan şahsın simgelediği
değerler arasında uçurumlar olduğu için gazetelere geçen bir haber oldu. Peki
ama bir Amerikan dış işleri bakanının konuşma yapmak için öncelikle örtülmesini
talep ettiği bu tablo nasıl bir şeymiş ki kimilerini korkutuyor. Bunu anlamak
için tablonun öyküsünü bilmek gerekiyor. Bugün bile tüm barışseverlere ilham
veren, komünist ressam Picasso'nun bu resminin öyküsü şöyle:
Guernika, bir
İspanyol köyünün adı. İspanya'nın Bask bölgesinde, Fransa ile İspanya sınırı
arasında. İspanya iç savaşında, 1936 yılında faşist general Franko'nun izniyle
Alman bombardıman uçakları işte bu Cumhuriyetçilerin safında yer alan
direnişçilerin köyünü bombalıyor ve neredeyse köyde yaşayanların tümünü
oluşturan 1600 kişinin ölümüne sebep olan bir katliam gerçekleştiriyor. Bu
olaydan çok etkilenen sanatçı Picasso, kendi tarzıyla bu katliamı resmediyor.
Resimde özgürlüğün simgesi atın parçalanması, insanların vücut uzuvlarının
bombardımanın etkisiyle oraya buraya saçılmış gösterilmesi insanın tüm
duygularını harekete geçiren bir etki yaratıyor.
Yine bu olay kadar ünlü bir
anekdotta ise, Picasso'nun bu tablosunu o zamanlar yaşadığı Paris'te sergilediği
zaman, sergisini gezen bir Alman askeri ataşesi ile arasındaki konuşma
aktarılır. Picasso'nun tablosundan çok etkilenen ataşe, ressama dönerek,
hayranlıkla, "üstat, bu sizin eseriniz mi" diye sorar. Picasso da, ataşeye
"hayır, sizin eseriniz" diye cevap verir.
Birleşmiş Milletler, iki ayrı dünya
savaşında milyonlarca insanının ölümüne neden olan savaş belasını ortadan
kaldırmayı ana tüzüğünün birinci maddesi yaptığı için de bu faşizme karşı
yapılmış resmi tüm katılımcıların gözü önünde bulunacak bir yere asmıştı. Ve on
yıllardır da, o tablo orada duruyordu.
İşte, faşizme karşı büyük insanlığın
verdiği barışçıl bir mesaj içeren bu eserin savaş yanlısı, katliam yanlısı,
insanlık düşmanı şahinlerin korkması kadar doğal bir şey olamaz. Bush'un sürekli
olarak simgelerle konuştuğu bir dönemde, onun bakanının çok daha insancıl bir
simgeden kaçmasının tek gerekçesi budur. Amerika ve insanlığı yeni bir karanlık
çağa mahkum etmeye çalışanlar, bu nedenle barışın simgelerini dahi insanlığın
ortak belleğinden yok etmek istiyorlar.
Ama, Guernika kalacak, Buşlar
gidecek.
[d.ö.]
KARAYALÇIN'DAN AĞAR'A ZİYARET
"Ankara-SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar'a
nezaket ziyaretinde bulundu. DYP Genel Merkezi'ne gelerek Ağar'la bir süre
görüşen Karayalçın, Ağar'a görevinde başarılar diledi. Murat Karayalçın'la
yakından tanıştıklarını dile getiren Mehmet Ağar, yakın zamanda SHP'ye iade-i
ziyarette bulunacağını söyledi."
(Özgür Gündem, 7.01.03)
Bu habere fazla yorum katmayalım. Susurlukçu, dokunulmazlığı olduğu için
yargılanamayan, yargılansa Korkut Eken gibi mahkum olacağı kesin bir adamı
aklamakta, ona meşruiyet sağlamakta bu kadar acele eden kişi bir sosyal
demokrat(mış). Üstelik parti başkanı ve neredeyse geçen seçimlerde Blok
başkanlığını yapacak bir kişiydi. Bu bilgiyi, Blokun geleceği tartışılırken,
Karayalçın ekibini de çağıralım diyenlere bir not olarak iletiyoruz.
ÖLMEMEK İÇİN ÖLDÜRMEMELİSİN!
Televizyonlarda ve gazetelerde insanın içini acıtan görüntüler var. Amerikan
piyadelerinin denizaşırı sefere çıkma görüntülerini 'çok duygusal anlar yaşandı'
vurgusuyla veren kraldan daha kralcı medya. Elbette bir insanın öldürülme
tehlikesiyle sevdikleri tarafından uğurlanması insanı duygusal kılar. Ama, bizim
içimizi asıl acıtan bu insanların ölecek olması değil. Bizim medyanın sanki
vatan savunmasına giden halktan erlerin görüntüsü imişçesine bu Amerikan
askerlerinin gözümüze sokulması. İşgal altına alınma tehlikesi varken insanların
ülkelerini savunmak üzere cepheye gitmeleri, proletaryanın burjuvaziye karşı
bölük bölük savunmaya ve saldırıya geçmesi kadar meşru ve haklı bir eylem
olamaz.
Peki, bu işgalci güçlerin hiç tanımadıkları ve kendilerine hiçbir
şekilde zararı olmayacak bir ülkeye karşı savaşa katılmak için sefere
yollanmalarının neresi meşru ve haklı? O anneler, eşler, çocuklar eğer
akrabalarının ölmesini istemiyorlarsa, bir zahmet binlerce kilometre ötedeki bir
ülkeyi işgal etmeye göndermesinler. Onları durdursunlar. Oradaki birkaç asker
eşinin ağlaması, binlerce masum Iraklının yanında hiçbir anlam taşımaz,
taşımayacak da. Her gün televizyonlarda açık açık 1 Amerikalıya karşılık 5.000
Iraklının öleceğinin hesabı yapılıyor. Bu ahlâksızlığa dur demenin yollarını
arasınlar o paralı askerlerin eşleri, yakınları. İnsan öldürme karşılığında para
alan, hayatını kazanmak için başka insanların hayatını söndüren biriyle nasıl
aynı evde yaşayabildiklerini sorgulasınlar.
Aksi takdirde, ne bugün ne de
yarın, bizim bölgemizde veya başka bir bölgede ölecek, öldürülecek Amerikalılar
için ağlayacak kendilerinden başka hiç kimseyi bulamayacaklar.
VALLA BİZ PARA MARA ALMADIK!!!
Kısa bir süre önce medyada "medya skandalı" diyebileceğimiz, fakat öyle pek
de üstünde durulmayan bir haber yer aldı. Habere göre Başbakan Abdullah Gül
partisinin grup toplatısında "ABD'nin, kamuoyunda kendine taraftar toplamak için
ciddi bir ödenek ayırdığı ve bu ödeneğin bir kısmının da Türk medyasına
gittiğini" söylemiş. Bu haber yeni iktidarın çok yakınlarında duran gazetelerden
birinde de yer aldı (Yeni Şafak). Ve kısa bir süre sonra konuyu ilk kez gündeme
getiren Abdullah Gül de basın da -"boyalı basın" tabirini çirkin bulduğum için
kullanmıyorum ama, siz isterseniz öyle okuyabilirsiniz.- bu olayı yalanladılar.
Taraflarca yalanlanmış bir haberi şimdi size doğruymuş gibi aktarmak, bunun
üzerinden yorum yapmak bize yakışmaz. Ama, bizim ülkemizdeki ve genel olarak
kapitalist ülkelerdeki medyanın ekonomi politiğini biraz bilenler açısından bu
haberin ne anlama geldiği konusunda hiç kimsenin bir kuşkusu olmadığına eminim.
Bu nedenle bu konuda tartışmayı, haberin doğru olup olmadığı konusunda fikir
yürütmeyi size bırakıyorum. Tarafların yalanlamalarını doğru kabul ederek birkaç
şey belirtmeyi gerekli görüyorum. Böylesi bir durumda sorulması gereken soruları
da yalnız bize değil, özellikle medya ve iktidar yetkililerine hatırlatmak
istiyorum: Çıkarlarınız kamuoyunda duyulduğu zaman, halk tarafından öğrenildiği
zaman "onur abidesi" kesilen medya, aynı tavrı neden çoluğuyla çocuğuyla imha
edilmek istenen Irak halkına karsı gösteremiyor? Kitleler üzerindeki etkisi
inkâr edilemeyen gücünü neden savaş karşıtı bir mevzi olarak kullanamıyor,
kullanmıyor? Madem, kendilerine inanacak olursak, ABD'den para almıyormuş, o
halde neden savaş çığırtkanlığını hiç kimselere bırakmıyor ve bu işten en büyük
payı kapıyor?
Aklıma iki şey geliyor: ya medya Irak halkına düşman ve bu
korku filmini büyük bir zevkle izliyor ya da bize söylemeseler de, ya da itiraf
etmeseler de, bazı kanlı pazarlıkların bir ortağı da kendileri olduğu için
seslerini çıkartmıyorlar. Ama, film meraklılarının yakından bildiği bir durumu
medyaya hatırlatmak isterim. Irak halkı ile Amerikanın dev silahlı gücü arasında
devam eden bir korku filmi var, ama, kâbus dolu bu filmlerin sonunda hep
sürprizler çıkar! İyiler sonuçta galip gelir.
Bu filmde ABD yönetimi ile Irak
halkı arasında hangisi "iyi" rolde diye sizce sormaya gerek var mı? [e.s.]
BİZ BU ÜLKENİN WASP'IYIZ!
Başbakan Abdullah Gül, 'biz bu ülkenin WASP'ıyız' diye bir açıklama yaptı.
WASP, Amerika'da kullanılan ve beyaz, anglo sakson, protestan anlamına gelen
white anglo-saxon protestant ibaresinin kısaltmasıdır. ABD elitlerini anlatmak
için kullanılır. Bürokraside çok önemli, stratejik mevkilere gelmek için ya da
başkan olmak için bu özellikleri taşıyor olmak gerekir anlamı vardır. ABD'yi
oluşturan tüm etnik ulusların eşitliği propagandasının ne kadar temelsiz
olduğunu gösterir. İngilizceyi ikinci dil olarak öğrenen tüm azınlıkların, başta
zenci halk olmak üzere, sıfırdan gelerek bir noktaya ulaşmalarının ne kadar zor
olduğunu belirtir. O nedenle, ABD'de ırkçılar kendilerini WASP olarak
nitelerler. Bu tanım sol ve muhalif çevrelerde eleştiri olarak kullanılır.
Şimdi, batı ideolojisinden çok uzak olduğunu iddia eden, bırak
protestanlığı, aksine müslüman olan bir partinin başkanı, bizim ülkemizdeki
egemenlere kendini kabul ettirebilmek adına bu ırkçı söyleme sarılabiliyor. Ne
diyelim, onlar eğer WASP ise, onlara oy veren aç kitleler ne oluyor acaba? Belki
de AKP'ye oy veren milyonlarca insanı bunlar kendi aralarında GASP (Gerçek
Amacımızı Sezmeyen Paryalar) olarak tanımlıyorlardır.
BU AÇTIĞIMIZ AYVA HESABINA BENZİYOR!
Reklam, ticari amaçlı tanıtım faaliyetidir. Bu açıdan kapitalist sistemin bir
parçası olduğu mutlaktır. Reklamlar yüzünden insanlar, satın almayı (veya
hizmetinden yararlanmayı) planladıkları ürünler, firmalar hakkında fikir edinir,
birden fazla seçenek arasında tercih yaparlar. En azından reklam teorisyenleri
böyle iddia ediyor.
Bir reklam, bir firmanın çok fazla para kazanmasını
sağlayabileceği gibi batmasına da yol açabilir. Çünkü doğrudan halkla ilişkili
bir kavramdır. Ve halk da nasıl ki seçimlerle yönetimleri belirleyebiliyorsa
(yani kendisine sunulanlar arasında, kırk katır mı kırk satır mı tercihinde bir
özgürlüğü var insanlarımızın), satın alma yoluyla bir şirketin kazancını
belirleyebilir. Bu anlamda oldukça hassas bir konu olan reklam, firmaların
halkla ilişkileri için önemli bir noktayı oluşturur.
Örneğin geçenlerde bir
mobilya firması yeni bir ürününü tanıtırken reklamında kullandığı küçük, sevimli
bir kediyi stüdyoda kapalı unutup açlıktan ölmesine yol açtığı için, ülkemizde
belli bir kesimi temsil eden hayvanseverlerin tepkisiyle karşılaştı. Gerçi firma
batmadı ama milyarlarca liraya malolan bu reklamı ekranlardan kaldırmak zorunda
kaldı.
Kapitalizme karşı duruyorken kapitalist amaçlı bir faaliyetin
eleştirilmesi, hatta bu bir banka reklamıysa bankanın kapitalistçe davranması
gayet doğal göründüğü için tabii ki çok fazla bir önem arzetmiyor. Ancak,
birazdan bahsedeceğimiz reklam sözkonusu olduğunda, kapitalizmin gayri
meşruluğunu en bariz şekilde gösterdiği için bu konudaki görüşümüzü bilmenizi
istedik.
Sihirli sözcük "elma"yı söyler söylemez herkes anlayacak hangi
reklamdan bahsettiğimizi. Bu reklamın özelliği, çalışanlar için bir hesaptan
bahsetmesi. Bu hesabı açarak, çalışanlar ay sonu geldiğinde rahatlayacak,
aldıkları maaş ne olursa olsun, sanki bir arkadaşından borç alır gibi
bankasından para isteyebilecek. Yani emekçiden yana gibi(mi acaba?). Sonra
birden bir adamla bir çocuk giriyor içeriye. Adam şık giyimli, efendi mi efendi
Çocuk ise bir pazarcı çırağı. Elinde bir sandık dolusu elma var. Bankanın
çalışanlardan yana olduğunu göstermeye çalışan reklam, küçücük bir ayrıntıyla,
çalışan çocukların sorunlarını unutup, üstelik de ağırlığı konusunda hemen
herkesin fikir yürütebileceği bir sandık dolusu elmayı sırtına yüklemiş, "ne
yapsak ne yapsak" diye şarkı söyletiyor diğer çalışanlara. Halbuki bu pazarcı
çırağı, belki de okula gitmesi gereken bir yaşta çalışmak zorunda, bir banka
hesabının olduğunu da zannetmiyorum. Buna arsızlık denmez de ne denir?
Bu
arsız Garanti bankasının daha önceki bir reklamını hatırlayalım. Bu sefer
reklamda kullanılan çocuk, pazarcı çırağının yarısı boyunda. Küçücük tombul
elleri var. Hatta eski sezercik filmlerindeki yaramaz çocuğu bile andırıyor.
Ancak bu küçücük çocuk, sezercik filmlerinde olduğu gibi bir süre sokakta
çalıştıktan sonra gerçek babası tarafından kabul edilip zengin köşküne
kavuşamıyor. Bu çocuk, bardak bardak sattığı sular karşılığında aldığı bozuk
paraları biriktirmek, bu biriken paraları da kendisine değil, suyla birlikte
limonata satmak için harcamak durumundadır. Takım elbiseli şık adamların eline
tutuşturduğu bozuk paralarla tabure vs alarak işini büyütmek zorundadır. Böyle
devam ederse belki bu çocuk bir gün bir limonata dükkanı açabilecek, geçimini
sağlayabilecektir.
Bu reklamda toplumu "zararlı satıcılardan" korumayı görev
bilmiş; eğitim imkânı bulamadığı için düzgün işlere giremeyerek çareyi sokak
sokak gezerek sebze-meyve satmakta bulanların tezgahlarını, arabalarını
dağıtmakla kalmayıp su satan küçük çocukların su kaplarını da en ufak bir vicdan
rahatsızlığı duymadan parçalayabilen, kendi sınıf kardeşlerine karşı çıktığının
bile farkında olmayan zabıta faktörü ise hiç hesaba katılmamıştır.Her iki
reklamda da çok önemli bir nokta unutulmuş gibi. Ülkemizde kanayan bir yara
halinde olan "çocuk çalışanlar" kapitalizmin doğası gereği hayatın doğal parçası
gibi yer alıyor reklamda. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verileriyle Türkiye'de
6-14 yaşları arasındaki çocukların %42sinin, 15-19 yaşları arasındakilerin ise
%43.3'ünün çalıştığını varsayarsak, sorunun boyutları daha iyi ortaya
çıkıyor.
Kapitalizm, hele de onun kalelerinden banka gibi bir finans kurumu,
çocukları, çalışanları, insanları sevmez. Onlara ancak kendini topluma
"hayırsever bir zengin" olarak sunmak istediğinde ihtiyaç duyar. Onun ötesi,
herkes kârına kâr katmak için kullanılacak bir araçtır ibarettir.
Çocukların
şeker de yiyebilip karnını doyurmak için sokaklarda su, mendil, ciklet satmak
zorunda kalmadan doyasıya oyun oynayabilecekleri günler sosyalizmde gelecek.
[s.g.]
DÜNYANIN YEREL BANKASI
Emperyalizmin dev finans tekellerinden biri olan HSBC bankasının verdiği
ilanları bilirsiniz. Hani şu biz var ya biz, hem yabancıyız ve iyiyiz, ama aynı
zamanda yerelin sorunlarını da biliriz tarzı verdikleri ilanlar. Dünyanın yerel
bankası imişler sözde. Verdikleri çarşaf çarşaf ilanlarda ülkemizi ne kadar iyi
tanıdıklarını göstermeye çalışıyorlar.
Oysa, her zamanki gibi, ülkemizi hiç
tanımıyorlar. Birkaç bürokratın yönetimine verdikleri kurumları sayesinde
ülkenin kaynaklarına el koymanın dışında bir amaç taşımıyorlar. Bunu bile ilkel
ve cahilce yapıyorlar. Verdikleri bir ilanın nasıl dikkatsiz ve özensiz olduğunu
bir okurumuzun uyarısı üzerine farkettik. Aşağıda bu ilana okurumuzun verdiği
cevabı okuyabilirsiniz.
Sayın yetkili,
Dün ( 22-09-2002 ) ve bugün ( 23-09-2002 ) gazetelerde yayınlanmakta olan
Bizans sikkesi (Arcadius - solidus ) ilanınızda yer alan sikke 11. yüzyıla ait
değildir. Arcadius, Büyük Theodosius ve Aelia Flavia Flaccilla'nin oğlu olup M.S
377 yılında İspanya'da doğmustur. M.S 388 yılında henüz 11 yaşında babası
tarafından Doğu Roma İmparatorluğuna getirilmiş ve babasının M.S 395 yılında
ölmesi üzerine ilk Bizans İmparatoru olmuştur. İlanınızda resmi bulunan sikke
Arcadius'un ölüm tarihi olan M.S. 408 yılından önce basılmıştır. Böylesine bir
hatanın bulunduğu ilanda "Biz, yerel bilginin değerini iyi biliriz" ibaresinin
yer alması ise ancak cehaletin verdiği cesaret ile mümkündür. Bu ülkenin kültür
değerlerine saygı seviyesi sizinle bir olmayan insanların alay konusu olmamak
için keyfiyeti dikkate almanızı tavsiye ederim. [m.b.]
SIRTIMI VAŞİNGTON'A DAYADIM, HUZUR BULDUM!
Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal köşesinde, "Washington, Irak'ta destek
ile İMF ve krediler konusunu uç uca bağlamış durumda. Borçları çevirmek için dış
kredi yalnız hükümetin değil, ekonomiden dolayı Türkiye'nin de yumuşak karnı"
diyor ve devam ediyor: "Barışçı çözüm için en çok bir iki hafta kaldığının
farkında hükümet. Ve Irak'ta savaş halinde Amerika'ya sırtını dönemeyeceğini,
dönmesinin ülke çıkarlarına ters düşeceğini görüyor Başbakan Gül...".
Demek
"barışçı çözüm" süreci böyle tanımlanıyor! Barışçı çözüm, sadece ve sadece
ABD'nin, emperyalizmin isteğinin yerine getirilmesi. Türkiye'nin kaderi de sanki
ABD yönetiminin gözü dönmüş bir biçimde uygulamaya koyduğu saldırı
politikalarına endeksli. Hasan Cemal'in söylemine bakılırsa, Irak'ta savaştan
yana olmak, ekonomik boyunduruk nedeniyle sesini çıkarmamak, ülke çıkarlarına
böylesi uygun olduğu için bu suça ortak olmaktan başka çözüm yok.
Yazık.
Dünya çapında her geçen gün savaş karşıtlığı, ABD'nin ikiyüzlü tutumuna karşı
tepki artarken ve ABD'nin Irak'a saldırı planına karşı mücadele yükseltilir,
Bush'un saldırganlığı lanetlenirken, bizde kimi köşe yazarları hâlâ açık bir
biçimde barıştan yana tavır koyamıyorlar. Bu tutumlarıyla da ABD'nin savaşını ve
Türkiye'nin destek vermesini meşrulaştırıyorlar. Hasan Cemal de, savaşçı dedesi
Cemal Paşa'nın ülkeyi birinci dünya savaşına soktuğu gibi bizleri kandırmaya
çalışıyor. Bu insanlar tam da mütareke basını yazarı tanımlamasını hak
ediyorlar.
Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, akıbetleri de mütareke basını
yazarları gibi olacak.
ŞIRACININ ŞAHİDİ BOZACI
Uzun zaman oldu. Hangi televizyon kanalı olduğunu hatırlamıyorum ve hangi
sermaye grubuna ait bir kanal olduğunun da o kadar önemli olduğunu düşünmüyorum.
Tek hatırladığım insanlık erozyonuna uğramış, düşünebilme yetisini yitirmiş ve
beyni dumur olmuş bir kişilik(siz)'in yönetmeye çalıştığı "Ateş Hattı" isimli
televizyon programında cüretkâr söz alma düelloları sonunda havada uçan söz
hakkını gaspedenin liberal patentli yazar Gülay Göktürk olduğu.
Ve daha sonra
anladığım kadarıyla konu topluma başörtüsü sorunu diye lanse ettirilen bir
hakkın gaspıydı. Sevgili gazetecimiz konuşmasının ilerleyen bölümünde sorunun
kemalist devletin kurulmasıyla ortaya çıktığını, yaklaşık yetmiş yıldır devletin
hep vatandaşlarına rağmen var olduğunu, başbakanın eşinin devlet protokolüne
türbanla katılmakla yetmiş yıldır oluşturulmaya çalışılmış devletin laik
vitrinini lekelediğini söyledikten sonra son günlerin moda söylemiyle "sosyal
alan-kamusal alan" bağlamında devletin ikili bir politika izlediğini,
hastanelerin kamusal alan olmalarına rağmen "hizmet" alanların bu alana baş
örtüsü ile girebildiğini fakat üniversitelerde "hizmet" alanların baş örtüsü ile
özgürce giremediğini söyledi.
Sevgili gazetecimiz belki de hiç farkına
varmadan kendi düşüncesindeki hastahane ve üniversite konseptini kapitalizm
ekseninde ne güzel açıklamıştı.
Okullarda tabii ki hizmet alan öğrencilerdi,
hizmet satan da malumunuz öğretim görevlileri. Onun kafasında üniversite
kelimesinin karşılığı; şüphesiz "ticarethane" sözcüğüyle aynıydı. İşte bir
kapitalist kafasının türban sorununa bulduğu çözüm; üniversitede üretilen şey
bir metadır, o metayı pazarladıktan sonra, metanın pazarlandığı (hizmet alan)
kişinin türbanlı yada türbansız olması o kadar önemli değildir. Ne kadar da
fütursuzca savundu bu düşünceyi programın sonuna kadar. Programa katılan ve söz
alan, aydın olduklarını iddia eden kemalistlerin de içinde bulunduğu katılımcı
topluluğunu da hiç rahatsız etmemişti bu fikir.
Burada türban konusundan
bağımsız olarak bir bilimsel kurumun ticarethane olarak değerlendirilmesinin o
kurumun tarafsızlığını nasıl zedeleyeceğini, sermayenin etkisinin nasıl
artacağını ve giderek emekçilerin nasıl dışlanacağını hiçbirinin dert etmemiş
olmasıdır. Nasıl ki sağlık meta olmamalı ise, yani hastalıkların ticaretinin
asla yapılmaması gerekirken ve hastayı müşteri doktoru tüccar olarak ele almamak
lazımken, okulların da bilim öğrenen ve öğretenlerden dışlanıp kendi deyişiyle
'hizmet alan ve satanlardan' ibaret hale gelmemesi gerekir. Ne var ki bu ince
ayrımlar orada oturan bu 'seçkin' topluluktan hiçbirinin dikkatini çekmemişti.
Ne demişler "Şıracının şahidi bozacı olur."
[r.k.]