-Mustafa Suphi’nin anısına saygıyla-
Hava ayaza çekiyordu. Yerlerde karlar, basıla basıla
buzlaşmıştı. Her yer, gözün alabildiğince beyazdı. Palandöken’in, bulutlar
arasında kaybolan zirvelerinden kopup gelen, arada bir hızlanan tipi, nazlı
nazlı salınan kartanelerini, sapından kurtulmuş kırbaç gibi, savurup
duruyordu.
Sessizliği bölen tipinin, bıçkın, savruk uğultusuna, ara sıra,
istasyona giden atlı kızakların zil sesleri karışıyordu.
Kısa boylu, dolgun yapılı, bıyıklarından buzdan saçaklar
sarkan, başındaki papağını kulaklarının altına dek indirmiş olan orta yaşlı
köylü, yavaşlayan atlı kızaktan inerken, bir tanıdığını görmeyi umarcasına,
merak dolu gözlerle, istasyon binasına doğru bakınıyordu. Buz tutan camlarıyla,
dilsiz ve sağır kocaman bir karataşlı yapıydı istasyon binası. Alınlığında kiril
harfleriyle yazılı künyesiyle zamana ve soğuğa direniyor gibiydi.
Elindeki bohçasını ayaklarının dibine bıraktı. Sırtındaki asker
kaputundan bozma pardesüsünün yakalarını kaldırdı. Papağını iyice bir
kulaklarının üstüne indirdi. Gar binasının ağır ve kocaman tahta kapısını adeta
omuzlayarak açtı, içeri girdi. Bir anda, sıcak, ağır, yağlı bir hava doldu
genzine. Salonda, tedirgin bakışlı birkaç zabitten başka kimse yoktu. Bekleme
salonuna girmiş bir güvercin, bu yüksek tavanlı yapıda bir o yana, bir bu yana,
kanat çırpıp duruyordu.
Dışarıdan gelen seslere kulak kabarttı köylü, sonra, son bir
kez kaçamak bakışlarla zabitlere baktıktan sonra, tren yoluna açılan kapıya
doğru yürüdü, ön kapıdan dışarı çıktı. İstasyon binasının önünde toplanmış olan,
yüz, yüzelli kişilik öfkeli kalabalık yüksek seslerle homurdanıyor,
bağırıyordu.
Bohçasını özenle koltuğunun altına sıkıştırarak, kalabalığa
doğru yürüdü. Önüne ilk çıkan, iri yarı, ha bire burnunu çekip duran, arada
fırsat buldukça tekbir getiren, eli sopalı adama sokuldu.
“Dadaş bu kalabalık niye?” diye sordu.
Eli sopalı adım, köylüyü şöyle bir tepeden tırnağa süzdü ve
ters ters, “Bilmirsen mi, İncilizciler gelecekmiş!” diye söylendi.
Sorduğuna soracağına bin pişman olmuştu. Sustu, olduğu yerden,
bu feryat figan bağıran insanları seyre koyuldu.
Köylünün soru sorduğu adam, işini gücünü bırakıp gelmişti.
Çünkü o “Paşa”yı çok çok severdi. Ona göre sözüne inanılası, dünyalar iyisiydi
Paşa.
Bir zaman olduğu yerde kalakalan köylü, dayanamadı, bir
başkasını çevirdi,
“Şey, Dadaş” dedi. “Kim dedi?..”
“Neyi kim dedi!?...” diye diklendi adam.
“Şeyi.. İngilizcilerin geleceğini yani...”
“Halit Paşa dedi! Ne olacak!?... Goca adamsın, bohçanı alıp
geleceğine, bir değnek alıp gelemedin mi?” diyerek azarladı adam. Bir başkası
söze girdi; “Kazım Paşa da, Enver Paşa da söylüyormuş, İngilizci
olduklarını!”
Köylü, kalabalık arasında kendisine yol bulmaya çalışırken,
çevresindekileri dikkatle inceliyordu. Orada bulunanların gözlerindeki yırtıcı,
yokedici ışıltıyı farkediyor, gittikçe dehşete kapılıyordu.
Sonunda, bir anda kendini ortalarında bulduğu kalabalığı
yararak, dışına çıkabilmişti. Derin bir soluk aldı. Heyecanlı arayışlarının
sonunda tütün tabakasını buldu. Önceden sarıp hazırlanmış olduğu sigarasını
dudakları arasına yerleştirmeden, elinin tersiyle bıyıklarından sarkan buzları
temizledi, sonra da diliyle sigara kağıdının birbirine kavuştuğu yeri bir daha
ısladı.
Birisi fırlayıp geçti yanından. Üzerindeki giysileri adeta
dökülen, gençten biriydi bu. Yüzü ve ellerinin kanı soğuktan çekilmiş
gibiydi.
Gitti, boş bir cephane sandığının üzerine çıktı. Çukura kaçmış
gözlerle etrafını süzdü bir zaman. Besbelli, söyleyeceği şeyleri toparlıyordu.
Elindeki iri, kalın sopasını koltuğunun altına sıkıştırmıştı.
Gözlerini iyice kısarak, “Dadaşlar!” diye bağırdı. “Bugün
İngilizciler, Bolşevik kızılları gelecekler... Memleketi, dini, namusu
İngilizlere satacaklar...” durdu, yutkundu, elinin tersiyle ağzını, burnunu
sildi.
“...din için, Allah için onları gebertmek vaciptir artık!...”
Heyecan soluğunu kesiyor, tıkanıyordu. Sözcükleri birbirleriyle
ilintisizce, birbiri ardına yuvarlayarak sıralıyordu. “Bir etrafınıza bakın, bir
avuç müslümandan başka kimseler yok... nerede bu memleketin evlatları?...
Gelmezler elbet...” diye noktaladı sözünü. Niye gelmediklerini anlatacak sözü
bulamadığı belliydi. Yerinden inerken, istasyon binasının önünde bekleşen birkaç
üniformalı zabite bakarak, “yaşasın Halit Paşa Vali Hazretlerimiz!” diye
bağırdı, kalabalığın arasına karıştı.
Bohçasıyla gelen köylü, olan bitene bir anlam verememenin
şaşkınlığı içinde hafif korku ve tedirginlik içinde usul adımlarla kalabalıktan
uzaklaştı.
Tren raylarının ötesinde, kalabalıktan oldukça uzakta bir
yerlerde, elinde, içerisinde soluk, titrek bir mumun rüzgara direnen ışığını
saklayan hareket feneri ve koltuğunun altında bez bayraklı sopasıyla bekleyen,
hareket memuruna doğru yürüdü.
Hareket memuru, köylüyle hemen hemen yaşıttı. Belki birkaç yaş
vardı aralarında, o kadar. Olanlara ilgisiz gibi görünüyordu. Bütün yaptığı,
avucunda tuttuğu ve artık yemekten usandığı leblebi tanelerini, ağır
hareketlerle, birbiri ardına yere bırakıp onların düşüşünü, buzun üzerinda
sekişlerini, bazen de kara gömülüşlerini dikkatle izlemekti.
Aslında dikkatini yoğunlaştırdığı şeyler, leblebi taneleri de
değildi. O, çevresinde olan bitenle, yakından ilgiliydi. İstasyonun
kalabalığından; kalabalığın haykırışlarına, demiryoluna, demir raylarından, kara
kömürlere, elindeki işaret fenerine değin bir dolu şeyi geçiriyordu aklından.
Bütün düşünceler, bir leblebi tanesinin diğer leblebiye yerini bıraktığı birkaç
saniyelik anda, beyninin en ulaşılmadık varoşlarında birbirini kovalıyordu.
Elindeki son leblebiyi de bıraktı.
Bohçasıyla gelen köylü, düşünceleriyle sarmaş dolaş olmuş
hareket memurunun yanına sokuldu iyice.
“Ağabey, tren ne zaman gelecek?” diye sordu.
Hareket memuru, elinde olmadan irkildi, bütün düşünceleri bir
anda sonsuzluğun bilinmez sarmalında yok olup gitti. Belki düşüncelerinden
koparılmasına, belki de trenin ne zaman geleceğinin sorulmasına sinirlenmişti.
Bir zaman ters ters baktı köylüye, konuşmadı. Neden sonra alaycı bir tonla,
“Ne yapacan Dadaş, sen de mi İngilizcileri öldürmeye geldin?” dedi.
Birden yüz hatları gerildi köylünün. “Yok” dedi. “Deli Halit’in
dediği olsaydı, gökten fışkı yağardı.”
Hareket memuru, bu beklemediği yanıt karşısında önce şaşırdı,
sonra gülümsedi.
“Yani sen şimdi, onların İngilizci olduklarına inanmıyor
musun?”
Köylü yanıt vermedi, tütün tabakasının uzattı hareket memuruna,
“Sar bir cigara, ağabey” dedi.
Hareket memuru, “Seni de onlardan sandım, bağışla” dedi.
İstasyondaki kalabalık, nefes kesen soğuğa karşın beklemeyi
sürdürüyordu. Arada bir, birileri çıkıyor, Halit Paşa’lı, Kazım Paşa’lı bir
şeyler haykırıyor, ötekiler de ona katılmaya çalışıyorlardı.
Vakit iyice ilerlemişti. Göstericilerin dışında, istasyon
binasının taş duvarlarının duldasına atlarını çekmiş, hohlayarak ellerini
ısıtmaya çalışan üç-beş atlı zabitten başka kimseler kalmamıştı.
Bohçasıyla gelen köylü, hareket memuruyla konuşmaya iyice
dalmıştı. Hiç durmaksızın sorular soruyordu. En sonunda da, ta başından beri
sormak isteyip de bir türlü soramadığı soruyu soruverdi:
“Sence İngilizciler, İştirakçi, Bolşevik midirler?”
Hareket memuru bu soru karşısında irkildi, sağına soluna baktı,
kısılmış bir sesle,
“Yok, değil...” dedi.
“Peki Mustafa SUPHİ, İştirakçi midir ki?”
“He öyledir. Yani, ben öyle biliyorum.”
“Öyleyse ne Mustafa, ne de yanındakiler, İngilizci değiller. İngilizler de İştirakçi değil, he mi?”
“He ya doğru, değiller...” dedi hareket memuru, şaşakalmıştı bu işe.
Köylünün söylediklerini kafasında evirip çevirdi, doğruydu dedikleri.
Merakla karışık, korkuyla, çekine çekine
sordu köylüye,
“Şey kusura kalma Dadaş, sen de İştirakçi misin?”
“Yok”
dedi köylü. Kurnaz kurnaz gülümsedi. “Ben bir köylüyüm o kadar.”
Döndü,
zabitlerden yana kısa bir bakış fırlattı, “Bildiğim o ki, kötü bir şey
değildir.”
“Peki, Dadaş öyle olsun. Bak sana ne diyeceğim, getir kulağını”
dedi hareket memuru. “Deli Halit, hiç kimseyi sokmayacakmış
şehire”.
“Bilirim. Zaten köylerden adam toplamaya gelmişlerdi”
“Bağışla
merakımı hemşerim, sen neye geldin?”
“Hiç, sırf merak, bu yüzden. Bir göreyim
istiyorum, ne menem bir şeydir Bolşevikler. Duymuşum ki, bizim kapı bir komşu
Jojik Efendi de döndüğünde Bolşevik olmuş. Hani, Jojik Efendinin çok ekmeğini
yemişim, iyi bir insandı, belki sorsam bilirler Jojik Efendiyi, tanış çıkarlar
diye...” dedi köylü.
“Hay toprak başına olsun, zavallı köylü, sen kim onlar
kim? Hem onları şehre sokmayacak zaptiye. Bir de bu bana dediğini, aha bu sürü
duyarsa canından olursun, sonra demedi deme!”
Köylü durgunlaştı bir an,
sonra,
“Yani ben onları göremez miyim şimdi?” diye
hayıflandı.
***************
Raylar boyu yürüdü bir zaman.
İstasyondan da, kalabalıktan da iyice uzaklaşmıştı. Çarıklarının karda çıkardığı
sesleri dinlemekten vazgeçti. Olduğu yere dizüstü çöktü. Özenle tuttuğu
bohçasını açtı.
İçindeki birkaç kandır ekmeğiyle yoğurt ve keteyi yeniden
yerleştirerek çıkınını yeni baştan bağladı. Başını kaldırdı, bir zaman, kısık
gözlerle, rayların kaybolduğu sonsuz beyazlığa doğru bakakaldı.
Sepelek bir
karın ıslak taneleri düştü yüzüne. Gökyüzüne doğru baktı, “Yine kar başlayacak”
diye mırıldandı.
Yürümeye başladı yeniden. Palandöken’in yamaçlarında bir
koyakta, güneşin nereden geldiği belli olmayan parlak, donuk ışıltısı, amansız
bir kırbaç gibi şaklayan dondurucu tipiyi ılıtmaya yetmiyor, soğuk iliklerine
değin şiliyordu.
Sırtını tipiye doğru döndü. Koltuğunun altındaki bohçasını
sıkıştırarak, ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı.
İ stasyon; göstericileri,
hareket memuru ve atlı zabitleriyle sanki buzlu bir camın ardında gibi, belli
belirsizdiler. Tipinin yerde ve gökte bulup savurduğu karlardan, göz gözü görmez
olmuştu.
Köylü, Malakan dostunu anımsadı.
Malakan Jojik, onun köylüsüydü.
Devrimden sonra yurduna geri dönmüştü.
Giderken de, bir gün geri gelecekmiş
gibi, herşeylerini ona emanet etmişti. Dostu ona, ülkesinden; ana babalarının
onu alıp getirdiği yerlerden anlatırdı çokça. Kimileyin yalan da söylerdi ama,
ne zaman Lenin’den söz etse, yemin billah ederdi Jojik. “Yalan söylemiyorum.
Lenin’le kapı bir komşuyduk, bir bilsen nasıl severdim İlyiçka’yı”,
derdi.
Herkes Jojik’in kuvvetle muhtemel yalan söylediğini bilirdi ama kimse
ilişmezdi. Jojik ve karısı Sanka, çok güzel, çevrede dillere destan olmuş
sımışkalar ekerlerdi. Tohumlarından bütün köylüye dağıtmışlardı. İlle de onun
sımışkaları bir başkaydı. Tekerlek gibi sımışkalar sarardı evinin bahçesini.
Sarı saçlı, kara gözlü sımışkaları onun için çocukları denli
değerliydiler.
Jojik ve Sanka hala artık yoktular. Sımışkalar kalmıştı
onlardan geriye. Bir de güzel dostlukları.
Hareket memuru, elindeki ateşi,
kısık feneri, usul usul sallayarak gelecek olan treni ve Mustafa Suphi’yi
düşünüyordu.
Nasıl biriydi, ne yapmıştı? Şu koca güruh, ona ne
yapacaklardı?
Hele şu köylü, ona ne oluyordu da; neden, ille de onu görmek
istiyordu bu denli? Eli sopalılardan biri, yarım bıraktığı işini düşünüyordu,
bir de vaktini geçirdiği namazını. Peygamberin adını anıyordu, ikide
bir.
Öfkesi iki katlıydı. Az önce etrafındakilerle
tartışmıştı.
Kalabalıktan kimileri, Mustafa Suphi’nin adını anıp
küfrediyorlardı.
O, bunu paylaşmıyordu. Mustafa’nın peygamberimizin
isimlerinden biri olduğunu, bunun için küfrün günah olacağını savunuyor, kendi
soyundaki Mustafa’ları da hatırladıkça, Mustafa Suphi’ye, adının Mustafa
olmasından dolayı daha bir kin duyuyordu.
Tipinin taa uzaklardan önüne katıp
getirdiği trenin boğuk çığlığı, herkesi dalmış olduğu düşlerinden koparıp
aldı.
Tren, göz gözü görmez bir tipinin önü sıra, kavrulmuş, kararmış bir
yaprak gibi, savrula savrula geliyordu. Karanlık, kocaman gövdesiyle, dev bir
kırkayağı andırıyordu. Yaklaştıkça, topçu beygirleri ve yüklerle dolu vagonların
arasındaki tek yolcu vagonunun, kirli kara camlarının yansıması daha bir
seçiliyordu.
Jojik Efendinin kapı bir komşusu köylü, insan siluetlerinin
görünmeye başladığı pencerelerde tanıdık birilerini görebilmek umuduyla
gözlerini bir an olsun ayırmadan, trene doğru seyirtti. Yüzüne, ağzına, burnuna
dolan kar tozaklarına karışan, trenin kara kurumuna aldırmaksızın, trenin yanı
başında koşmaya başladı.
Pencerelerden birinde, avurtları ve gözleri
yüzlerinin kuytularında kaybolmuş iki yaşlı kadın, diğerinde gençten üç, dört
zabit vardı.
Köylü, uzun çabalardan sonra, trenin soğuk demir tutamağına
yapışan elindeki acıya aldırış etmeden, kendini yukarıya çekebilmiş, kapının
basamağına çıkabilmişti.
Tren, istasyona doğru hızla yaklaşıyordu.
Atlı
zabitler hareketlenmişlerdi. Trene doğru seyirtmeye çalışan kalabalığı
engellemeye çalışıyorlardı.
Rayların çevresinde, yiyecek birşeyler bulmayı
umarak, otlamaya çalışan birkaç koyun, panik içinde sağa sola
kaçışıyordu.
Kalabalıktan yükselen uğultular, çılgınca haykırışlara
dönüşmüştü. Savrulan taş ve sopalar, vagonların gövdesine çarpmaya
başlamıştı.
Köylü, korkuyordu. Sırtına iki kocaman taş isabet etmişti. Kendi
kendine, “Ne olacaksa olsun, ben bu trene bineceğim” diye söylendi. Bir eliyle
bohçasını sıkı sıkıya tutarken, diğeriyle vagonun kapısını açmaya çalışıyordu.
Sonra, birden kapının ardında beliren iki zabitin öfkeyle kendisine baktıklarını
gördü. Bir anda hoyratça dışarı doğru itilen kapıyla birlikte kısa bir süre
havada uçtuğunu, sonra da ak bir yumağın içerisinde yuvarlandığını duyumsadı.
Düştüğü yerden, kar dolan gözlerini elinin tersiyle temizlemeye çalışarak,
uzaklaşan trene bakıyor, olanları anlamaya çalışıyordu.
Tren istasyonun hayli
ilerisinde durmuştu. Askerler trene saldıran kalabalığı engellemeye
çalışıyorlardı. Tipi, giderek hızlanıyordu.
Bağıranların seslerini yele verip
savuruyor, göz gözü görmeyen kar fırtınası içinden bağrışmalar, taş ve sopaların
vagonlara çarparken çıkardıkları seslerle, atlı zabitlerin bağırmaları, at
kişnemeleri birbirine karışıyordu.
Göstericilerden biri koşarak yanına doğru
geliyordu. Birden, içini dövülme korkusu sardı. Umarsız bakakaldı gelen
adama.
Adam elini uzattı, kalkmasına yardım etmek ister gibiydi. Yüzündeki
anlatım dostçaydı. Korkusu geçer gibi oldu, uzanan eli tutarak yavaşça
sıvazlayarak, “Allahına kurban Dadaş, sen hepimizden yürekli çıktın, biz senin
kadar cesaretli olamadık” dedi, sonra aynı hızla bağrışmaların geldiği yere
doğru; küfürler ede ede savuştu gitti.
Adamın sözleri bir anda allak bullak
etmiş, bozguna uğratmıştı köylüyü. Öylecene bakakaldı ardından.
Şaşkındı.
Ağır hareketlerle, üstünün başının karlarını silkti. Eğildi, kara ve yoğurda
bulanmış ketelerden birini yerden aldı. İrice bir parça kopardıktan sonra,
ağzına götürdü, ısırdı. Ağır hareketlerle çiğnemeye koyuldu. Kendi kendine
kızdı, hayıflandı.
“Seni de delihalitin adamı bildiler” diye
söylendi.
Paltosunun yakasını kaldırırken, yakasındaki karların sıcaklamış
boynundan aktığını hisseti, ürperdi.
Sırtını bütün o bağırış çağırışlara
döndü, ağır ve dingin adımlarla soğuk bir akşamın içinde daldı.
Jojik’in kapı
bir komşusunun, yaşamında çocuklarına anlatacak hiçbir şeyi yoktu
artık.
Diyarbakır, 1976