AKP'nin Kürt açılımına kadar gelen süreci, devletin ve Kürt ulusal hareketinin politikalarını tarihsel gelişim içerisinde anlamak ve geleceğe yönelik kestirimlere temel sağlamak için Ürün'ün Kürt sorununa ilişkin değerlendirmelerini okurlarımıza topluca sunuyoruz
Ürün, burjuva milliyetçiliğine karşı proletarya enternasyonalizmini
ödünsüz biçimde savunacak, marksizm leninizmin ulusal soruna
ilişkin yaklaşımını, ulusal sorunun ülkemizdeki kapsam ve
boyutlarını tarihsel somut bütün yönleriyle irdeleyecektir.
Kürtlerin meşru demokratik eşitlik taleplerini tanımamak için
ısrarla sürdürülen ve ülkemizde bütün toplumsal yaşamı
zehirleyen boyutlara ulaşan savaşın durdurulmasına ve sorunun
ulusların tam eşitliği ve kardeşliği temelinde çözülmesine
çalışacaktır. (Ürün
Kitap Dizisi Sayı: 1, 28 29 Ocak 1997,
"Başlarken")
Silahlı Kuvvetler, emekli büyükelçi Şükrü
Elekdağ'ın üst düzey bir komutana dayanarak açıkladığı
gibi "verilecek bilgi belki düşmana sızabilir düşüncesiyle
başlama vakti hükümetten bile gizlenen" bir harekâta girişerek
komşu bir ülkeye girdi. PKK üslerini yok etmek gerekçesiyle
başlatılan bu "Çekiç harekâtı" bütün basında yer alan
açıklamaya göre, "1974 Kıbrıs çıkarması da dahil olmak
üzere Cumhuriyet tarihinin en büyük ve en kapsamlı operasyonu.
Harekât, bölgenin tüm sınırlarına dayanmış durumda. TSK,
yaklaşık 25 bin asker, 4 bin korucu, tank, top ve diğer zırhlı
araçlar ve hava desteğiyle Kuzey Irak'ta çok geniş çaplı bir
operasyon yürütüyor." [ Radikal ,
26 Mayıs 1997, s. 8]. Başta bölge ülkeleri Suriye, Irak ve İran
olmak üzere bütün Arap Birliği ülkeleri, Rusya, Avrupa Birliği
ülkeleri ve Birleşmiş Milletler genel sekreteri Kofi Annan
tarafından kınanan, sadece ABD tarafından "sınırlı bir sürede
geri çekilmek kaydıyla" desteklenen bu operasyonun Türkiye'ye
ne getirip, ne götüreceği hiç tartışılmıyor bile.
Benzeri
operasyonların Kürt sorununun çözümüne hiç yardımcı
olmadığını, sadece sorunu kangrenleştirdiğini, demokratik ve
barışçı çözümün yolunu tıkadığını, Kürt sorununu askerî
yollarla çözme stratejisinin sonuçlarından birinin irticanın
hızlı gelişimi olduğunu, bu yöntemin Türkiye'yi ister istemez
ABD'ye daha da bağımlı hâle getirdiğini, ülkemizin ABD İsrail
eksenli politikalara mahkûm hâle gelmesinin felaketli bir yol
olduğunu bilebilecek durumda olanların sırf Refahyola karşı
oluşan cepheyi bölmemek adına bu konudan uzak durmaları ahlaki
açıdan olduğu kadar siyasal strateji açısından da yanlış bir
tutumdur. ( Ürün
Kitap Dizisi Sayı: 2, 15 16 Haziran
1997, "Toz Duman İçinde")
Ulusal
hareketlerin, doğaları gereği birer kurtuluş hareketi olduğunu
öne sürmek de pek doğru olmayacaktır. Sosyalizmin dünya
coğrafyasından bir güç olarak yok olmasıyla birlikte, ABD başta
olmak üzere emperyalist ülkelerin, günümüzdeki ulusal
mücadeleler üzerindeki en belirleyici dışsal belirleyenin etkisi
altına girme tehdidiyle karşı karşıyadırlar. Bu tehdidin
panzehiri ise toplumsal kurtuluş ideolojisinin güç kazanmasına,
bu hareketlerdeki sosyalizmin ideolojik ağırlığının artmasına,
kendi bölgelerinde özel perspektifler üretebilmelerine, bu
kapitalist güçlerin karşısında yeni bir alternatif
üretebilmelerine bağlıdır. ( Ürün
Kitap Dizisi Sayı : 2, 15 16 Haziran
1997, "Dünden Bugüne Dünya ve Türkiye")
Türkiye
barış güçleri, Kürt sorununun barışçı bir çözüme
kavuşturulmasını, ülkedeki kanayan yaranın derhâl
durdurulmasını, kirli savaşın sona ermesini istiyorlar.
"Olağanüstü hâl", "Bölge valiliği", "koruculuk
kurumu", "özel tim" gibi yapılanmalara son verilmelidir.
Susurluk çeteleri dağıtılmalı ve cezalandırılmalıdır. Savaş
mağdurlarına tazminat ödenmelidir. Her zaman ve her yerde olduğu
gibi, savaştan en ağır yarayı alan kadınların ve çocukların
ruhsal ve bedensel sağlıklarını yeniden kazanması için köklü
adımlar atılmalıdır. Savaşın yaraları her anlamda
sarılmalıdır.
Herkesin
bildiği gibi köylerin, ormanların yakılması, insanların toplu
göçe zorlanması, kimyasal silah kullanımı, halkların düşman
ilan edilmesi, kültürlerin yok edilmesi, ulusal ayrımcılık
yapılması bütün uluslararası belgelerde insanlık suçu
sayılmıştır. ( Ürün
Kitap Dizisi Sayı: 3, 10 Eylül 1997,
"Barışı Kazanmak İçin Savaşmak Gereklidir")
Ekonominin
yanı sıra siyasal alanda da yıkım politikası egemen. "Susurluk'u
çözemezsem başbakanlık bana haram olsun" diyen Mesut Yılmaz
Susurluk'u gündeminden tamamen çıkardı. İnsan Hakları Derneği
Başkanı Akın Birdal'a düzenlenen suikast girişiminin yeniden
ortaya serdiği kanlı bağlantılar bile izlenmedi, olayın en alt
düzeydeki faşist çete elemanlarının yakalanmasıyla çözüme
kavuştuğu varsayıldı. Şemdin Sakık operasyonuyla Kürt
sorununda askerî çözümün sağlandığı, "terörün sona
erdirildiği" havası kim bilir kaçıncı kez yeniden ve pek yoğun
olarak estirildiyse de gerçekler inatçı olduklarını bir kez daha
kanıtladılar. ( Ürün
Kitap Dizisi Sayı: 5, 22 Temmuz 1998,
"Tehlikeli Yönelim")
Geçen
sayımızda vurguladığımız gibi, egemen sermaye oligarşisi
Türkiye'yi "dışta macera, içte yıkım" çizgisine
sürüklüyor. Kürt sorununun askerî çözümü için "terörün
dış desteğini ortadan kaldırma" gerekçesiyle Suriye'yle
savaşın eşiğine geldik. ABD ve İsrail'le girişilen stratejik
ittifak çerçevesinde iki yandan köşeye sıkıştırılan
Suriye'nin Öcalan'ı topraklarından çıkarması, sorunları
savaş tehditiyle çözme çizgisinin bir kez daha olumlanmasına yol
açtı. Rusya yönetiminin siyasi sığınma hakkı tanımayı
reddetmesiyle iyice zafer sarhoşu olduk. Ne var ki, İtalya'nın
sığınma hakkını tanıyacağını ve bunu sorunun barışçı
yollardan çözümü için bir fırsat olarak gördüğünü
açıklamasıyla zafer sarhoşluğu öfke nöbetine dönüştü.
Koro
hâlinde ulusal nefretleri körükleyen, iç savaş kışkırtıcılığına
soyunan medya, sığınma hakkının temel bir insanlık hakkı
olduğunu "unuttu". Oysa, ilkokul tarih kitaplarında bile
"Türkler'in kendilerine sığınanları ne pahasına olursa
olsun başkasına teslim etmeme hasleti"yle övündüğümüzü
herkes biliyor. Bu kitaplarda, "Atalarımızın kendilerine sığınan
kişileri teslim etmemek için savaşı bile göze aldığı"
cümlesini okumayan bir tek eğitimli kişi bile yoktur. En azından
okur yazar olduklarını varsaymak zorunda olduğumuz anlı şanlı
kişilerin ve medya mensuplarının bu hasleti başkalarında da
görmekten neden bu kadar gocunduklarını anlamak gerçekten zor.
Demek ki, bu kişiler para ve iktidar dışında değer tanımıyorlar.
Ekonomik ve askerî tehditlerin işe yaramadığını görünce
çılgına dönüyorlar. Kabagücün ve paranın hak yaratmadığı
gerçeğini içlerine sindiremiyorlar.
Soğukkanlı
bir değerlendirme yapan her gözlemci Suriye'ye savaş
tehditleriyle başlayan sürecin Kürt sorununu dünyanın gündemine
iyice oturttuğunu, sorunun evrenselleştiğini saptayabilir. Bu
durumda, toplumsal zihniyetimizin, siyasal kültürümüzün
insanlığın en asgari evrensel normlarıyla çeliştiği artık
herkesin gözüne daha çok batacak. Politikacılarımızın,
kurumlarımızın, zihniyetimizin, alışkanlıklarımızın ne kadar
köhnemiş oduğu bu kez dünya ölçeğinde kanıtlanacak. Bütün
"uygarlık" ve "çağdaşlık" iddialarımıza rağmen,
attığımız her adımla büyük insanlıktan daha da uzaklaşıyoruz.
Yanımızda dost olarak savaş tacirlerinden, Berlusconi gibi
gırtlağına kadar yolsuzluğa bulaşmış işadamı politikacılardan,
dünya egemenliğini elinde tutmak için strateji hesapları yapan
ABD'nin emperyalist yöneticilerinden, Netanyahu gibi siyonist
ırkçılardan, faşistlerden ve mafya babalarından başka kimseyi
bulamıyoruz.
Kana,
gözyaşına, inanılmaz acılara, derin yaralara yol açan
politikalarda ısrar edenler, insanlığın en temel normlarına uyum
sağlayarak elde edilmesi mümkün barışçı çözümleri
reddedenler, ülkemizin bugününe ve geleceğine gerçekten
kıyıyorlar. Barışçı çözümleri elinin tersiyle itenler,
ülkemizi ABD'nin emperyalist planlarına, İsrail siyonizminin
payandalığına mahkûm ediyorlar. Unutmayalım ki, hiçbir şey
halkların dostluğunun yerini tutamaz. Eşitlik ve özgürlük
ilişkisi, ilişkinin taraflarını birlikte yüceltir, her iki
tarafa da sayısız faydalar sağlar. ( Ürün
Kitap Dizisi Sayı: 6, Aralık 1998, "Yeni
Bir Başlangıca Doğru")
Her
türlü ulusal ayrıcalığı reddetmek, her ulusun dil ve kültür
özgürlüğünü eksiksiz tanımak, özgür ulusların özgür
birliği esasına dayalı federasyon usulüne açık olmak, kanlı
ulusal kavgalara yol açmamak üzere kendi kaderini tayin hakkını
tanımak gibi temel demokratik ilkeler 75 yıl boyunca asla
benimsenmemiş, aksine düşmanca karşılanmıştır.
( Ürün
Kitap Dizisi Sayı: 6, Aralık 1998,
"Cumhuriyet'in 75. Yılında")
Amerikan
emperyalizminin düzenlediği bir uluslararası kontrgerilla
operasyonuyla yakalanan Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999'da
Türkiye'ye teslim edildi. ABD, İsrail, Kenya ve üzerinde yoğun
bir diplomatik baskı uyguladığı Yunanistan'ın katkısıyla
yürüttüğü operasyondaki kilit rolünü hiç saklamıyor. ABD'nin
en önde gelen gazetelerinden The
New York Times , üst düzey Amerikan
yetkililerine dayanarak, "Türkiye'nin Abdullah Öcalan'ı
yakalamasına yardımcı olmak için ABD'nin dört ay boyunca
çalıştığını" bildiriyor. (Tim Weiner, "US Agents Helped
Turkey Find and Capture Kurd Rebel", 20 Şubat 1999).
Amerikan
yetkilileri bu hummalı çalışmanın gerekçesini şöyle
açıklıyorlar: "ABD'nin Türkiye'yle gitgide yoğunlaşan
yakın bir askerî ve istihbarat ilişkisi var. Türkiye Amerika
pilotlarının İncirlik'teki NATO üssünden havalanarak Irak'a
karşı harekât düzenlemesine izin veriyor. Bu üs, Amerikalılar'ın
Irak'a karşı casusluk faaliyetleri için elektronik dinleme
istasyonu olarak da hizmet görüyor."( Ürün
Kitap Dizisi Sayı: 6, Aralık 1998,
"Cumhuriyet'in 75. Yılında")
ABD
yetkililerinin açıklamasına göre, Türkiye Suriye'ye ultimatom
vererek Öcalan'ı ülke topraklarından çıkarmadığı takdirde
savaş açacağını bildirdiğinde, ABD de Suriye'den aynı
talepte bulundu. ABD'nin ve Türkiye'nin baskısına dayanamayan
Suriye 9 Ekim 1998'de Öcalan'ı Moskova'ya gönderdi.
Öcalan'ın Suriye'yi terk ettiği İsrail istihbaratı
tarafından saptandı.
Bundan
sonra ABD, Rusya'yı ve Öcalan'a sığınma hakkı verebileceği
düşünülen bütün Avrupa ülkelerini böyle bir karardan
vazgeçirmek için didinip durdu. 2 Kasım 1998'de İtalya'ya
gelen Öcalan l6 Ocak 1999'da sığınma hakkı elde edemeden
İtalya'dan ayrılıp yeniden Rusya'ya geçti. Öcalan 30 Ocak'ta
emekli Yunan generali Andonis Naksakis'in temin ettiği bir uçakla
Atina'ya geldi. l Şubat'ta Uluslararası Adalet Divanı'nda
yargılanma talebiyle Hollanda'ya girmek isteyen Öcalan'ın
uçağına iniş izni verilmedi. Atina'ya dönmek zorunda kalan
Öcalan ertesi gün Yunanistan hükümeti tarafından Kenya'nın
başkenti Nairobi'deki Yunanistan büyükelçiliğine gönderildi.
Amerikan
yetkililerinin açıkladığı gibi, Kenya, Öcalan'ın saklanması
için en uygunsuz yerdi. Bağımsızlığını kazandığı 1963'ten
beri geleneksel olarak yabancı sermaye ve özel sektör yanlısı
politika izleyen bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü Kenya,
Afrika'da ABD'nin ve İsrail'in güvenilir bir müttefikiydi.
Üstelik, Ağustos 1998'de Nairobi'deki Amerikan büyükelçiliğinin
havaya uçurulması ve 213 kişinin ölmesinin ardından, Nairobi,
olayı soruşturan Amerikan ajanlarıyla kaynıyordu.
Amerikalılar
Öcalan'ın Yunanistan büyükelçiliğinde olduğunu hemen
saptadılar ve Türkiye'ye haber verdiler. Yapılan pazarlıklardan
sonra, kurulacak tuzağın planları hazırlandı ve operasyon
başlatıldı. Yunan hükümeti Öcalan'a Hollanda'ya
gidebileceğini bildirdi. Güya Hollanda'ya uçmak üzere Kenya
güvenlik görevlilerinin refakatinde Nairobi havaalanına götürülen
Öcalan orada bekleyen Türk komandolarına kıskıvrak teslim edildi
ve Türkiye'ye getirildi. ( Ürün
Kitap Dizisi Sayı: 6, Aralık 1998,
"Cumhuriyet'in 75. Yılında")
Öcalan'ın
yakalanıp Türk makamlarına teslim edilmesi medyada şovenist bir
kampanyaya yol açtı. Bir yandan "bu olayla devletin büyüklüğünün
ispatlandığı, Türkiye'nin tıpkı ABD ve İsrail gibi, başka
ülkelerde gizli operasyonlar yapacak güce ulaştığı"
vurgulanırken , bir yandan da, "Apo'yu bize teslim edin, parça
parça doğrayalım" diyen MHP'lilerin tepkileri televizyonlarda
uzun uzadıya "halkın galeyanı" olarak yansıtıldı. İntikam
çığlıkları ortalığı sardı.
Zafer
sarhoşluğuna kapılan çevreler, ABD ve İsrail'in uluslararası
hukuku sürekli ihlal eden zorba devletler olduğunu, bu durumun
Uluslararası Adalet Divanı'nın çeşitli kararlarıyla da tescil
edilmiş olduğunu, hukuksuzluğa özenmenin büyüklük
sayılamayacağını unutturmaya çalıştılar. Büyüklüğün
halkın yaşam kalitesini yükseltmekle, örneğin okullara giden
küçücük öğrencilerin başlarına yıkılmayacak sağlamlıkta
okul inşa etmekle; insanların hastane kapılarında sürünmemesini
sağlamakla; emekçileri sendikasız ve sigortasız bırakmamakla;
herkese iş, eğitim temin etmekle; halkın temel özgürlüklere
sahip olduğu bir hukuk düzenine geçmekle; işkenceyi ortadan
kaldırmakla; barış, dostluk ve kardeşliği egemen kılmakla;
sömürüye son vermekle; görüşünden, dilinden, inancından,
kökeninden dolayı kimseye zulmetmemekle; halkın büyük çoğunluğu
en temel ihtiyaçlardan yoksun biçimde kıvranırken küçük bir
azınlığın lüks içinde yaşadığı ayrıcalık, vurgun ve talan
düzenine izin vermemekle ölçüldüğünü bir kez daha gizlediler.
Üstelik
Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin acilen yanıtlanması
istemiyle yönelttiği sorulara verdiği resmî yanıtta, "Türk
özel timlerinin Kenya topraklarında operasyon yaptığı
iddialarını" kesin bir dille reddetti, "Öcalan'ın Kenya
yetkilileri tarafından yakalanıp etkisiz hâle getirildikten sonra
havaalanında bekleyen Türk yetkililere teslim edildiğini" ve
"Öcalan'ın gözlerinin de Kenyalı yetkililer tarafından
bağlandığını" bildirdi. ( Cumhuriyet ,
10 Mart 1999, s. 1). Görüldüğü gibi, bu resmî yanıt, büyüklük
taslamak adına halka bile bile yalan söylendiğini belgeliyor.
Medyanın ve medyaya yön verenlerin ikiyüzlülüğü gerçekten
sınır tanımıyor.
Oysa
ülkemizin ve bölgemizin ortak geleceği açısından yaşamsal bir
sorunla karşı karşıyayız. Sorun böylesi sorumsuzlukları ve
kışkırtıcılıkları kaldıramayacak kadar ciddidir. Naziler'in
halkları son bireyine kadar yok etmeyi öngören "nihai çözüm"ünü
çözüm olarak kabul etmeyen her insan bilir ki, köklü bir
ihtilafın taraflarının eninde sonunda oturup anlaşmaya varması,
uygar bir şekilde, barış içinde yaşama iradesini göstermesi
kaçınılmazdır. Bu irade ise baskıdan, "ben güçlüyüm, seni
kanırta kanırta yener, sana her istediğimi dayatır, seni yok
sayarım" aymazlığından değil, eşitlikten güç alır, haklara
saygı gösterilmesini gerektirir. Hiçbir şey halkların
dostluğunun yerini tutamaz. Zafer sarhoşluğu, intikamcılık,
öfke, bir siyaset olamaz. Kardeşliğin ve dostluğun önkoşulu
eşitliktir. Türkler ve Kürtler kardeşlik, dostluk içinde
yaşayacaklar demek, Türkler ve Kürtler eşit haklara sahip olarak
yaşayacaklar demektir. Bu bilinci gösteremeyenler ülkemizin ve
bölgemizin bugününe ve geleceğine kıyarlar.
Hele
hele, ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin bölgesel ve
küresel stratejik hesaplarının bir parçası olmayı kabul ederek
ülkemizin ve bölgemizin esenliği için böylesine önemli bir
sorunda onları doğrudan doğruya taraf hâline getirenler, yeni
Ortadoğu seferlerinde, yeni Balkan seferlerinde, yeni Kafkas
seferlerinde yeni felâketlerin hazırlığını yapmış oluyorlar.
Öte
yandan, herhâlde aklı başında hiç kimse, bir hareketin liderini
ele geçirmekle o hareketin son bulacağını sanacak kadar saf
değildir. Ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir birey, hareket
demek değildir. Hareket yeni liderler çıkarır. Kitlelerin
yaşamını ilgilendiren sorunlar çözülmedikçe hareket de
varlığını sürdürür.
Yapılması
gereken, sorunun çapına uygun köklü ve soğukkanlı bir siyaseti
benimseyerek barışa yönelmek, kanayan yaraları sarmaktır.
Siyasete her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Barış elçisi
olmak istediğini, Türk Kürt kardeşliğini sağlama yolunda
köprü görevi üstlenmeye hazır olduğunu açıklayan Öcalan'a
bunu kanıtlama fırsatı verilmesi ülkenin yararına olacaktır.
Hukuksal teknik kavram olarak nasıl adlandırılırsa
adlandırılsın, onbeş yıldır can alan, ocak söndüren bu
savaşın sona ermesinde ve çözüme kavuşturulmasında rol
oynayabilmesi ortamının sağlanması ortak çıkarımıza
olacaktır. Dökülen kanları, yaşanan acıları öne sürerek en
ağır cezalardan, idamlardan dem vurmak bir çözüm getirmeyecek,
belki de sorunu daha da ağırlaştıracaktır. Geçmişe değil,
geleceğe bakmak gerekir. Kürt kardeşlerimize güçlü bir barış
mesajı verilmesi, dostluğa, kardeşliğe dayalı ortak bir gelecek
için güçlü bir irade beyanı demektir.
Kanun
maddelerini öne sürerek böyle bir irade beyanından kaçınmak
işin bahanesi olur. Bütün savaşlar, çatışmalar, ihtilaflar
kanun maddeleriyle değil, siyasal irade ile biter; barış teknik
bir iş değil, siyasal irade işidir. Ülkenin ve bölgenin bu
yaşamsal sorununu siyaseten çözme iradesi ortaya konulduğunda,
buna uygun hukuksal düzenlemeler çok kolayca yapılabilir. Böyle
bir politika, Türkler'in, Kürtler'in ve hangi etnik kökenden
olursa olsun bütün yurttaşların çıkarına olacaktır. Sorunun
barışla çözülmesi, Türkiye'nin emperyalizmin savaş
makinesine bağlanmasına, Amerika'nın şantajlarına boyun
eğmesine, bölge halklarıyla düşmanlığa sürüklenmesine yol
açan düzen ve tertiplerden kurtulması yolunda da büyük bir adım
olacaktır.
Devlet
Güvenlik Mahkemeleri tartışmasına da böylesine kapsamlı bir
siyasal açıdan bakılmalıdır. Kimileri Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin, asker üyelerin varlığı nedeniyle DGM'lerin
bağımsız mahkeme sayılamayacağı ve dolayısıyla kararlarının
hukuk açısından geçersiz olduğuna ilişkin kararından yola
çıkarak, "bu sakıncayı düzeltelim, dünya kamuoyunun elinden
bu gerekçeyi alalım ve Öcalan'a en ağır cezayı verdiğimizde
kimsenin diyecek bir lafı kalmasın" görüşünü öne sürüyor.
Bu görüşün, olayın çapını, siyasal önemini, bütün
yurttaşların, toplumun bütününün bugününü ve geleceğini
derinden etkileyecek bir karar noktasında bulunduğumuzu anlamayan,
sığ, ufuksuz bir görüş olduğu açıktır.
Birincisi,
DGM'ler sadece asker üyelerin varlığı nedeniyle değil, yapısı,
işleyişi, yargılama usulleri, savunmaya getirdiği kısıtlamalar,
ceza infaz kuralları vb. açısından doğal mahkeme ilkesine aykırı
olağanüstü kurumlardır. 12 Mart 1971 cuntası tarafından
dayatıldıktan sonra başını DİSK'in çektiği işçi sınıfı
ve demokratik güçlerin eylemiyle hukuk sisteminden çıkarıldıktan
sonra ancak 12 Eylül 1980 darbesiyle yeniden hukuk sisteminin içine
yerleştirilmiş olan bu kurumlara yönelik eleştiri tek bir
noktayla sınırlanamaz. İkinci olarak ve daha önemlisi, sorun
teknik bir yargılamanın çok ötesinde boyutları olan yaşamsal
bir siyasal sorundur ve konuya Türk Kürt kardeşliği,
toplumun esenliği çerçevesinde, toplumsal varlığımızın yüce
menfaatleri açısından siyasal olarak yaklaşma zorunluluğu
vardır.
Bir
de madalyonun öteki yüzüne bakalım. Hangi gerekçeyle olursa
olsun, halka yönelik bütün bombalama, molotof, kundaklama vb.
eylemler yanlış, gayrimeşru ve zararlıdır. Halka zarar veren,
onları hedef seçen bütün eylemler ağır birer suçtur. İşe
giden, çalışan, alışverişe çıkan, gezintiye çıkan,
dinlenen, eğlenen masum insanları öldürmek, yakmak, yaralamak,
terörize etmek faşist kontrgerilla taktiğidir ve kim tarafından
yapılırsa yapılsın faşizme yarar. Bu tür eylemler hem felsefi
açıdan, hem siyasal açıdan kesinlikle reddedilmelidir. Öte
yandan, kurtuluş, eşitlik, özgürlük mücadelesi yürütmek adına
halkların en büyük düşmanları emperyalistlerle sıkı fıkı
olmak, onlara dayanarak çözüme ulaşılacağını sanmak, onların
stratejik hesaplarına bel bağlamak hileli bir kumara oturmak
demektir. Bu kumarda yazı da gelse, tura da gelse hiçbir zaman
halklar kazanmaz; hep kapitalistler, emperyalistler, sömürücüler
kazanır. Emperyalistler bir hareketi ortada bıraktığında da, o
hareketin elinden tuttuğunda da kaybeden emekçilerdir, halklardır.
Öcalan'ın yakalanmasında kapitalist emperyalist sistemin
bir bütün olarak oynadığı rol gözleri açmalıdır. Diplomasi
yapmak başkadır, diplomasinin labirentlerinde büyük güçlerin
oyuncağı durumuna düşmek başkadır. Madalyonun bu yüzünde de
tekrarlanması gereken büyük gerçek şudur: Hiçbir şey halkların
dostluğundan daha değerli değildir. Enternasyonalizmden
vazgeçenler emperyalizmin pençesine düşmekten, kapitalist
sistemin basit bir halkası olmaktan kaçamazlar. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 1, Nisan Mayıs
1999, "Ortak Geleceğimiz İçin")
16
Mart 1988 Halepçe Katliamı
Halepçe,
Irak'ta canlı bir ticaret hayatına sahip ve yönetim merkezi
özelliğinde bir Kürt şehriydi. Peşmergelere 30 yıldan beri
verdiği güçlü destekle biliniyordu. Şehirde sosyalist, komünist
grupların yanı sıra Celal Talabani'nin KYB'si ve İran yanlısı
İslami Hareket Partisi aktif olarak faaliyet yürütmekteydi.
İran Irak savaşının sonlarına yaklaşıldığı dönemlerde
İran ordusunun saldırısına dayanamayan Irak hükümet güçleri
geri çekildi ve Halepçe Kürtlerin eline geçti. Irak hükümetinin
verdiği karşılık şehre kimyasal bomba atmak oldu. Şehrin 5000
sakini çoluk, çocuk, genç, ihtiyar demeden en ağır acılar
içinde kıvranarak can verdi.
İnsanlık
tarihine bir kara leke olarak geçen bu soykırım, o sırada henüz
Saddam yönetimini desteklemekte olan ABD ve Avrupa egemenleri ve
Özal yönetimi tarafından sessizce geçiştirildi. İki yüzlü bir
tutumla, ancak Saddam ABD'nin ayağına bastığında gündeme
getirildi. İlerici insanlık, Halepçe katliamını yapanları da,
bu katliamı ancak işlerine geldiğinde hatırlayanları da nefretle
anıyor ve anacak. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 1, Nisan Mayıs
1999, "Mart Ayı Bizi Anlatır")
Kürt
halkı ise, 21 Mart'ı zalim hükümdar Dehak'ın iktidarının
Demirci Kawa önderliğinde yıkıldığı gün olarak kutlamaktadır.
Efsaneye göre, halka zulmeden acımasız hükümdar Dehak, yaptığı
işkencelerle ve uyguladığı baskılarla halkı susturmuş, halka
hiçbir kurtuluş umudu bırakmamış. Ancak, demircilik yapan
Kawa'nın önderliğinde harekete geçen halk, Dehak'ın sarayını
ateşe vermiş ve kurtuluşunu ilan etmiş. O yüzden her Newrozda
halk ateşler yakarak şenlikler yapmış ve kurtuluşunu kutlamış.
Bilindiği
gibi Newrozun Türkiye'de kutlanması çoğu zaman yasaklanıyor ve
büyük olaylara sebep oluyor; ama 95 96 yıllarında olduğu
gibi devletin kutlamalar için kamyon lastiği dağıttığı da
oluyor. 90'lı yılların başından beri her Newroz kutlamasında
onlarca insanın gözaltına alındığı, yüzlercesinin
yaralandığı, hatta bazen öldürüldüğü görülmektedir.
Her
şeye rağmen, Newroz, asırlar geçse bile tüm halkların neşe,
isyan ve mücadele günü olarak kutlanmaya devam edecektir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 1, Nisan Mayıs
1999, "Mart Ayı Bizi Anlatır")
Ülkenin
bugünü ve geleceği açısından çok önemli bir konuda da önemli
gelişmeler var. Öcalan davasının ilk aşaması, ekranları duygu
sömürüsü yapan faşist grupçuklara ve kerameti kendinden menkul
uzmanlara açarak ülkeyi bir uçtan öbür uca şovenist beyin
yıkama sahnesine çeviren medyanın tek sesli korosunun eşliğinde
çok kısa sürede idam kararıyla sonuçlandı.
Oysa
Öcalan'ın mahkeme boyunca barış ve ortak yaşama iradesini
ısrarla dile getirmesi, bu iradenin başkanlık konseyince
desteklenmesi, toplumsal yaraları sarmak, ölümlere ve acılara son
vermek isteyen herkese somut, elle tutulur bir imkân sağlamıştır.
Ülkesine ve halkına karşı sorumluluk taşıyan herkes, bu imkânın
şu ya da bu gerekçeyle heba edilmesini önlemekle yükümlüdür.
Hep tekrarlıyoruz, halkların dostluğunun yerini hiçbir şey
tutamaz. Eşitlik, barış, dostluk en büyük güçtür.
Bağımsızlığımızı korumak, emperyalizmin stratejik
hedeflerinin oyuncağı olmamak, ülkenin karanlık maceralara
sürüklenmesini önlemek de bu büyük gücü bize kazandıracak
sorumlu politikalara bağlıdır. Sorumlu politikanın ilk adımı da
idama hayır demektir. Böylesine önemli bir ülke sorunununda
sorumluluk ve duyarlılık zorunluluğu bir yana, Türkiye bütün
uygar dünyanın reddettiği idam cezasının ilkelliğinden de
derhâl kurtulmalıdır.
Öte
yandan, ABD'nin ve müttefiklerinin Yugoslavya'ya karşı savaşı
yarım bir zaferle sonuçlandı. ABD ve NATO bütün Yugoslavya'yı
köleleştirme hedefini gerçekleştiremedi, ama Kosova emperyalist
güçlerin işgaline uğradı. Bu emperyalist çözüm, yeni
çözümsüzlüklerin de başlangıcını oluşturuyor. Kosova'nın
geleceği şimdilik belirsiz; ama şovenist politikaların yolaçtığı
felaketler, halkların dostuğunu öne almamanın emperyalizme
verdiği kozlar ve ağır sonuçları şimdiden açık. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 2, Temmuz Ağustos
1999, "Sermayenin Saldırısına Karşı")
HADEP,
Doğu ve G.doğu Anadolu'da aldığı oyları geçen seçimlere
göre arttırmıştır. 1995 seçimlerinde G.doğu Anadolu'da 2.,
Doğu Anadolu'da 4. sırada olan HADEP, diğer bölgelerde 7.
sırada bulunuyordu. 18 Nisan seçimlerinde ise HADEP G.doğu
Anadolu'da 1. sırada, Doğu Anadolu'da 2. sırada yer almış,
diğer bölgelerdeki sırası değişmeden, gene 7. olmuştur.
Seçim
sonuçlarını ve milletvekili dağılımlarını renkli verebilme
olanağımız bulunsaydı, Türkiye haritasının dikine dilimler
hâlinde üç renge ayrıldığı görülebilirdi. Ülkenin batısının
DSP'yi, ortasının MHP'yi, doğu bölgelerinin ise HADEP'i
birinci parti yaptığı çok kesin sınırlarla belli edilmiştir.
Dolayısıyla, ülkenin bölünmemesi için gösterilen tüm
gayretlerin seçimler esas alındığında boşa gittiği, mecliste
temsil edilen partilerin hiçbirinin ülkenin bütününü
kucaklayabilecek bir genişlikte olmadığı tespiti de yapılabilir.
HADEP
Güçlü
olduğu tahmin edilen bölgelerde, tahminlere uygun olarak 1. parti
gelen Halkın Demokrasi Partisi, yüzde 4.75'lik bir oy oranına
ulaşmasına rağmen, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bu
denli yüksek baraj engeline takılarak meclise giremedi. Ancak, buna
rağmen kendi bölgesinde yaşayan halkın öncelikli tercihi
olduğunu da kanıtladı ve geçen seçimlerde aldığı 4.1'lik
orana göre oylarını arttırdı. HADEP'in bir diğer özelliği
ise, başta Diyarbakır olmak üzere pek çok belediye başkanlığını
kazanmasıydı. Batıdaki bölgelerden de 4 başkanlığı kazanan
HADEP, ileride oluşturulacak çeşitli blokların asli unsurlarından
biri olabileceğini gösterdi.
HADEP'in
bu seçimlerde aldığı sonuç, sol ve demokratik partilerle ittifak
yapması hâlinde yüzde onluk barajın bile rahatça alınabileceğini
de göstermesi açısından anlamlıydı. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 2, Temmuz Ağustos
1999, "Geçmişten Bugüne Seçimler")
Öcalan'ın
silah bırakma ve teslim olma çizgisine gelmesinden sonra ortada
sığınılacak hiçbir bahane kalmadığı hâlde Kürt sorununda en
küçük bir adım atmayı reddetme, sınırlı bir dil ve kültür
özgürlüğünü öngören bir reforma yanaşmama ve en küçük
özgürlük belirtisini tehdit olarak algılama politikası, düzenin
zihniyet iflasıdır. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 3, Eylül Ekim
1999, "Toplumsal Deprem")
Türkiye'de
"Yeni Düşünce"
" Yeni
düşünce" Türkiye'de önce TKP'ye musallat oldu. 1983
yılında yapılan 5. Kongre'de kabul edilen programın ve NATO'cu
faşist diktatörlüğe karşı genel direnişi örgütleme kararının
daha mürekkebi kurumadan, Haydar Kutlu yönetimi Gorbaçov'un
papağanlığına başladı. "Barış ve Ulusal Demokrasi
Alternatif Programı" kabul edildi. TKP'nin Türkiye'deki
egemen kesimler dahil herkesle "demokrasi ve barış için"
işbirliğine hazır olduğu ilan edildi.
Buna
göre, NATO'dan çıkmak, faşizme karşı mücadele etmek, tekelci
sermayeye karşı direnmek, militarizme son vermek artık söz konusu
değildi. Başta TÜSİAD olmak üzere eskiden sınıfsal karşıtımız
olan bütün güçlerin partner olarak görülmesi gerekiyordu.
Programdan günlük çalışma tarzına, sloganlardan kavramlarımıza
kadar herşey yenilenmeli, genel zihniyetimiz kökten değişmeliydi;
gün çağdaşlık günüydü.
Sermayeye
uyum sağlamayı amaçlayan yenilenmeci program, kapitalizmin ve
emperyalizmin sadık uşağı 12 Eylül faşizminin zulmünü
iliklerine kadar yaşayan partililere ve sempatizanlara bu teslimiyet
çizgisini kabul ettirebilmek için TİP ve TKP birliği ambalajıyla
sunuldu. İki partinin TBKP adıyla birleşmeye karar verdikleri
açıklandı ve Kasım 1987'de Haydar Kutlu ile Nihat Sargın
ülkeye dönerek teslim oldular.
Haydar
Kutlu, TBKP'ye en yakın partinin kapitalistlerin gözdesi ANAP
olduğunu açıkladı. Sağcı çevreleri memnun etmek için, solun
en haklı olduğu bir konuda bile günah çıkardı: Solcuların
zamanında Boğaz köprüsüne karşı çıkarak hata ettiklerini
ilan etti. Likidatörlerin burjuvaziye ve emperyalizme yaranmak için
böylesine alçalması bile, devletin kılını kıpırdatmadı.
Yasal olarak kurulan TBKP bir süre sonra Anayasa Mahkemesi
tarafından kapatıldı.
Peki,
"yeni düşünce" Türkiye'yi, demokrasi, bağımsızlık,
eşitlik, hukuk ve barış açısından bir santim ileriye götürdü
mü? Türkiye'de yaşayan herkes bu sorunun yanıtını kendi
deneyimlerine dayanarak kolayca verebilir.
TBKP'den
sonra "yeni düşünce" art arda başka yapılara da sıçradı.
Örnekleri herkes tarafından biliniyor. Şimdi sıra Kürt ulusal
hareketine gelmiş görünüyor. Öcalan, yeni dünya düzenine uyum
sağlamakta geciktiklerini, demokrasinin erdemlerini yeni anlamaya
başladıklarını, ama bu yolda yürümeye kararlı olduklarını
açıkladı. Sovyet sisteminin çözülüşünün başta Doğu Avrupa
olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde demokratikleşmeye yol
açtığını, birey özgürlüğüne değer veren Amerika'nın
sapasağlam ayakta olduğunu, ama bireyi geliştirmeyen totaliter
sosyalizmin yıkıldığını bildiklerini söyledi. Demokrasinin
yirminci yüzyılda faşizmin total amansız diktatörlüğü ile zıt
yöndeki reel sosyalizmin totaliter rejimlerine karşı direnerek
yüzyılın sonunda kesin zaferini ilan ettiğini, toplumun
yüceltilmesi gereken ifadesi olarak devlete saygılı ve bağlı
olduğunu, sorunların çözüm dilinin isyan veya devrim
olamayacağını, barış içinde anayasal evrim yolunun geçerli
olduğunu, yirminci yüzyılın sonunun bunu böyle emrettiğini,
üniter devlete inandığını, siyasi kimlik değil, demokratik ve
kültürel kimlik istediğini, Misak ı Millî'nin
gereklerinin çağdaş ölçüler içerisinde geliştirilmesine yani
büyütülmesine çalıştığını, Türkiye'nin iç barışından
aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne
kavuşmasını arzuladığını, Ortadoğu'da liderlik döneminin
Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkasya'ya kadar etkili olma anlamına
geleceğini, Türkiye'nin genel ekonomik yapısının bölge
olanakları kadar, oradan Ortadoğu'ya taşırılmasıyla gerçekten
bir hamle sürecine gireceğini, yasal sürecin işlemesiyle devletle
bütünleşmek için kendisinin ve taraftarlarının herşeyi
yapacağını belirtti. Son olarak, silahları bırakma kararı
aldıklarını ve bunun samimiyetini kanıtlamak için bir grubun
silahlarıyla birlikte devlete teslim olacağını ilan etti.
Süreç
devam ediyor. Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 3, Eylül Ekim
1999, "Merkezin İntiharı")
Herşeyin
üstünü örttük dersiniz, ama sonunda Toprak bile dayanamaz olur.
Dile gelir. Dinci faşist engizisyon örgütü Hizbullah'ın öyküsü
düzenin bütün aktörlerinin elini yakarak faş olur. Gizli servis
operasyonlarının önemsiz ayrıntılarına takılmaya gerek yok; bu
ayrıntıları günün birinde nasılsa öğreniriz. Medyanın
masallarını bir yana bırakıp en temel siyasal gerçekleri
vurgulamak gerekiyor bugün. Hizbullah'ın anası dinci gericilik,
babası kontrgerilla, ebesi ve fayda sağlayanı sermayedir. Sola ve
PKK'ya karşı tepe tepe kullanılan Hizbullah bütün dikkatli
gözlemcilerin ve bu örgütün zulmüne maruz kalan halkın bildiği
bir sırdı. PKK etkisizleştirildiğinde Hizbullah Türkiye'deki
sermaye düzeni açısından asli işlevini tamamladı; bu dinci
faşist cinayet şebekesinin gitgide İran gizli servisinin güdümüne
girmesiyle karmaşık bir operasyon başlatıldı. Bir taşla birkaç
kuş birden vuruldu. Ulusal soruna duyarlı Kürt Nur cemaatinin önde
gelenleri de ortadan kaldırıldı; Kürt sorununda yeni bir silahlı
şeriatçı odağın da önü kesilmiş oldu. Kimi kanlı katiller
yakalandı; şüphesiz, iyi oldu. Ama tablonun bütününü,
buzdağının su altındaki bölümünü unutmamak ve unutturmamak
halka karşı sorumluluğun gereğidir. Fazilet Partisi başkanı
Recai Kutan'ın olayın kendileriyle hiçbir ilgisi yokmuş gibi
sadece 28 Şubatçıları suçlaması geçersizdir. Hizbullah
örgütlenmesi konusunda "epeyce bilgisi ve görgüsü olduğu"
zamanında medyaya bile yansıyan eski İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu bugün Fazilet'in başkan yardımcısıdır. 28 Şubatçıların
önde gelenlerinden Teoman Koman'ın 1992'de Hizbullah
taraftarlarını PKK'ye karşı direnen dini duyguları kuvvetli
yurttaşlar olarak tanımladığı anımsandığında sadece dinci
gericiliğin suçlanması da geçersizdir. Bu örnekler istenildiği
kadar çoğaltılabilir. Şaşırma numaraları gerçekten gülünç
kaçıyor. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 4, Ocak Şubat
2000, "Büyük İllüzyon")
Ulusal
ve kültürel haklara AB üyeliği yoluyla ulaşılacağını hayal
eden Kürt çevrelerine de biraz daha gerçekçi olmalarını,
ayaklarını yere basmalarını öneririz. Real politiker
olmakla gerçekçi olmak aynı şey değildir; real politikerlerin
kelimenin en kötü anlamıyla ütopik oldukları çok görülmüştür.
Kapitalizm ve emperyalizm çerçevesinde kendilerine bir yer
arayanların, bunun pek mümkün olmadığını içleri yanarak
anlamak zorunda kaldıkları birçok örnek yaşanmıştır. İşçi
sınıfı mücadelesiyle dayanışma içinde olmadıkça,
enternasyonalist ve eşitlikçi bir yaklaşımı esas almadıkça,
tutarlı ve kararlı bir toplumsal ve ulusal kurtuluş programı
çevresinde birleşilmedikçe, bölük pörçük, kırık dökük
kimi olası ödünler dışında ulusal ve kültürel haklar da
gerçekleşmeyecektir.
...
Öcalan'ın
ve PKK'nin yeni yönelimiyle Türkiye politikasında ve Kürt
ulusal hareketinde yeni bir evreye girildiği doğrudur. Kürt egemen
sınıfları Cumhuriyet'in kuruluşundan sonraki isyanların
bastırılmasının ardından, 1940'lardan itibaren geleneksel
olarak devletle işbirliği çizgisini ısrarla takip etmişlerdir.
PKK hareketi, Kürt toprak beylerinin ve burjuvazisinin bu
çizgisinden bir kopuşu temsil ediyordu; Öcalan'ın Kürt
elitlerinin dışından gelmesi de bu gerçeğin simgesel bir
göstergesiydi. Sözünü ettiğimiz yeni yönelimin geleneksel
çizgiye dönüş anlamına geldiği açıktır. Ama, sorun orta
yerde duruyor. Kaynakta bir değişiklik olmadan sonuçların
değişmesini beklemenin ne ölçüde gerçekçi olacağını herkes
değerlendirebilir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 4, Ocak Şubat
2000, "2000'lerin Başında Türkiye")
...
HADEP'li belediye başkanlarının tutuklanması ve görevden
alınması kararından çok kısa sürede dönülmek zorunda kalındı.
Siyasal gözdağı girişimi ters tepti ve son yılların en büyük
Newroz kutlaması yapıldı. Büyük medyada birçok köşeyazarı ve
yorumcu, uygulamanın "en azından şık olmadığını" belirtme
"gereği"ni duydular. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 5, Mayıs Haziran
2000, "Çok Alâmetler Belirdi")
Yerli
egemenlerimiz ile Avrupa ve Amerikan emperyalizmi arasında Kürtler,
Aleviler, Kıbrıs ve Yunanistan'la ilişkiler, AB üyeliği,
Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği gibi alanlarda bir pazarlık
gündemdedir; bu pazarlığın çekişmelerinden medet ummak ölü
gözünden yaş ummaktır. Yerli egemenlerin şerrinden korunmak için
Avrupa ve Amerikan sermayesine yanaşanlar da, Avrupa ve Amerikan
sermayesinin şerrinden korunmak için yerli egemenlere yanaşanlar
da kapitalizmin ve emperyalizmin ortak şerrinden kurtulma umudunu
yok eden bir intihar politikası güttüklerini anlayacaklardır.
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 6, Temmuz Ağustos
2000, "Özgüven")
Kürt
sorununda ulusal eşitlik ve halkların dostluğu yönündeki
beklentiler şiddetle reddediliyor. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 7, Eylül Ekim
2000, "Fanteziler ve Gerçekler")
Bu
arada, Meclis "Avrupa'ya uyum yasaları" adı verilen paketi
kabul etti.
Türkiye'de Türkçe'den başka dillerin
bulunduğunu kabul eden, bu dillerin kurslarda öğretilmesine izin
veren ve bu dillerde televizyon yayınına imkân sağlayan yasa,
simgesel kavramsal düzeyde büyük önem taşıyor ve seksen
yıllık bir tabuya son veriyor. Kürtçe, Arapça, Lazca, Çerkezce,
Gürcüce, Boşnakça
üzerindeki yasak perdesi kalkıyor. Bu
simgesel kavramsal değişikliğin pratik bir gerçekliğe
dönüştürülmesi ve toplumsal yaşamın her alanında dillere ve
kültürlere eşitlik sağlanması görevi ise önümüzde duruyor.
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 11, Eylül Ekim
2002, "Seçime Doğru")
İMF
programını uygulayarak Türkiye emekçilerini ekonomik soykırıma
uğratan MHP, ANAP ve DSP'ye oy yok! Aynı programı uygulamaya
devam edeceklerini ilan eden AKP ve DYP'ye oy yok! Kemal Derviş'i
bağrına basan İMF CHP'sine, Derviş'i CHP'ye kaptırdıkları
için ağıtlar yakan YTP'ye oy yok! Şovenist İP'ye, sahteci
SİP'e oy yok! Emekçi bakışını bir yana atıp ANAP ve SP'yle
pazarlık yapan HADEP'i eleştiriyoruz! Sosyalist ve devrimci
demokratik partiler bloku kurulsun! ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 11, Eylül Ekim
2002, "Seçime Doğru")
Bütün
bu gelişmeler ışığında rahatlıkla söylemek gerekir ki gerçek
ve adil bir dünya barışından yana olan herkes öncelikle
kapitalist, faşist, emperyalist, gerici politikaların karşısında
yer almak zorundadır. Bu ise ancak, sosyal ve siyasal eşitliğe,
Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Türkmeniyle, Rumu, Ermenisi,
Gürcüsü, Çerkezi, Abhazası, Lazı, Süryanisi, Yahudisi,
Çingenesiyle, bütün dünya halklarının kendi kaderini tayin
hakkına sahip çıkmasıyla gerçekleşecektir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 11, Eylül Ekim
2002, "Yaşasın 1 Eylül!")
ABD,
savaş durumunda ağır bir ekonomik zarara uğrayacağı aşikâr
olan Türkiye'yi ise bir yandan Irak "pasta"sından pay
vermekle kandırmaya çalışıyor, bir yandan da kurulabilecek bir
Kürt devletiyle korkutarak kendisine katılmaya zorluyor. Bu arada,
İMF kaynaklarının musluğunun kendi elinde olduğunu da
hatırlatıyor. Musul Kerkük özlemcisi yayılmacı şovenist
MHP çevrelerini ve başbakan olursa Irak'a karşı savaşta
ABD'yle birlikte hareket edeceğini açıklayan Tansu Çiller'i
çantada keklik sayarak Türkiye'yi bu haksız savaşa sürüklemek
için elinden geleni yapıyor. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 11, Eylül Ekim
2002, "Emperyalist Savaşa Karşı")
[Adalet
ve Kalkınma Partisi hükümeti] Kürt sorununda ve F tipi zulmünde
eski iktidarların duyarsızlığını aynen sürdürüyor. Şovenist
ve intikamcı bakış açısıyla en temel hakların çiğnenmesine
ortak oluyor.
...
Amerikan
yönetimi, yerli oligarşinin Kürt sorunu konusundaki şovenist
önyargılardan kaynaklanan korkusunu sömürüyor ve hem Irak
Kürtlerini, hem Türkiye'yi "tavşana kaç, tazıya tut"
taktiğiyle kendi sömürgeci emellerine alet etmeye çalışıyor.
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 12, Mart Nisan
2003, "Yanlış Hesap Bağdat'tan Döner" )
Ürün
Okurları Türkiye Koordinasyonu, işçi ve köylü kitlelerini,
kendilerini emperyalizmin ve yerli tekelci kapitalistlerin çıkarına
ekonomik soykırıma mahkûm eden İMF programının yırtılıp
atılması, işsizliğe ve yoksulluğa son vermeyi amaçlayan sosyal
bir programın uygulanması için harekete geçmeye çağırdı.
Emperyalist savaş politikasına, kapitalist sömürüye ve faşizme
karşı bütün halkı birleştirmeyi, özgürlüğe, bağımsızlığa
ve refaha kavuşturmayı güvence altına alacak bir güçbirliğinin
yaşamsal önemini vurguladı.
Bu
amaçla, 3 Kasım 2002 seçimlerinde emek, barış ve demokrasi
blokunu destekleme, oylarımızı ve gücümüzü DEHAP için
seferber etme kararını onayladı ve bu kararın uygulanması için
gerekli düzenlemeleri yaptı. Emek, barış ve demokrasi blokunun
seçimlerden sonra da devam edecek bir emekçi cephesinin çekirdeği
olarak benimsetilmesi için elden gelen her şeyin yapılmasının
gereğine işaret etti. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 12, Mart Nisan
2002, "Sonuç Bildirisi 6 Ekim 2002")
DEHAP
Blok
olarak bizim de desteklediğimiz çatı partisi DEHAP bu seçimlerde
başarılı oldu.
Biz
başarı ölçütü olarak barajın aşılmasını görmüyoruz.
Elbette parlamenter bir hedef koyduğunuzda başarının meclise
yolladığınız milletvekili sayısına bakarak değerlendirilmesi
doğaldır. Ancak, 3 Kasım seçimlerinin 1999 seçimlerinden bir
farkı var. O seçimde hatırlanırsa tüm sol, sosyalist ve
demokratik partiler tek başına hareket etme kararı almıştı.
Taze kurulmuş ve seçim çalışmalarına yeni yeni başlayan
partilerin kendi doğal sınırlarını görmek istemeleri bir nebze
anlaşılabilirdi. Bu dönemde ise, komünistlerin büyük değer
verdiği, seçim dönemlerinde daha kolay hâle gelen propaganda
olanağı yanı sıra, eğer demokratik mücadele kapsamında
başarılı bir adım atılması amaçlanıyorsa, belli sınırlar
çerçevesinde bir arada yürünmesinin yöntemleri zorlanmalıydı.
DEHAP
bu gayretin bir sonucu oldu; biz de Türkiyeli partili komünist
hareket geleneğine uygun olarak, Kürt hareketi ile sosyalistlerin
bir arada yürüyebileceğini ve etkili propaganda yöntemleri
kullanarak kitlelerle kaynaşabileceğini öngördüğümüz için
destekledik. Ayrıntıları kamuoyuna duyurularımızda mevcut olduğu
için bu kadarını söylemekle yetinelim.
Bu
arada, büyük medya kuruluşlarından akıl almaz destekler alan,
tüm mitinglerinin önü açılan ve en küçük bir engel dahi
çıkartılmayan, alabildiğine propaganda yapma imkânı verilen
sözde komünist partilerin, tüm şartlar elverişli iken aldıkları
ihmal edilebilir düzeydeki oya rağmen, özeleştiri verme zahmetine
bile katlanmadan Blok bileşenlerini ve HADEP'i suçlamaları
başarısızlıklarına kılıf bulma gayretinin yeni bir safhası
oldu. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 12, Mart Nisan
2002, "Yürüyüşte Bir Ara Durak: 3 Kasım 2002 Seçimleri")
Seçimlere
DEHAP çatısı altında giren Emek, Barış ve Demokrasi Bloku,
anti demokratik bütün baskı ve engellemelere rağmen, 1
milyon 945 bin seçmenin oyunu toplamayı başardı. Savaşa ve
faşizme, İMF politikalarına, halkları inkâr eden şovenist
dayatmalara karşı önemli bir siyasal ve toplumsal kazanım elde
etti. 13 ilde açık farkla birinci olduğu, birçok seçim
bölgesinde seçim barajını aştığı hâlde, dünyanın hiçbir
yerinde örneği olmayan despotik seçim sistemi nedeniyle
milletvekili çıkaramadı. Ne var ki, seçim sistemi nedeniyle
mecliste temsil edilmemek, Kürt Türk, Alevi Sünni ayrımı
gözetmeksizin sosyalist, devrimci, demokrat, yurtsever güçlerin
şehir şehir, köy köy, sokak sokak, çalışmasıyla elde edilen
bu büyük kazanımın köklü etkisini asla silemeyecektir. DEHAP'ın
bugünkü başarısı çok daha büyük zaferlerin habercisidir.
Biz,
Emek, Barış, Demokrasi Bloku'nun programında dile getirilen
öncelikleri kararlı biçimde savunmaya devam edeceğiz. İMF
programının yırtılıp atılması, Irak'ta savaş politikasına
karşı durulması, Türk Kürt kardeşliğinin sağlanması,
sendikal yasaklara son verilmesi, düşünce ve örgütlenme
özgürlüğünün tanınması, F tipi baskıların kalkması, genel
af ilan edilmesi, parasız eğitim hizmeti, YÖK'ün kaldırılması,
özelleştirmeye son verilmesi, tarımın ve sanayinin desteklenmesi,
herkese iş sağlanması, kadın erkek eşitliği için mücadeleyi
yoğunlaştıracağız. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 12, Mart Nisan
2002, "Seçim Sonuçlarına İlişkin 5 Kasım 2002 Tarihli
Değerlendirmemiz")
Ürün
Okurları Türkiye Koordinasyonu 3 Kasım 2002 seçimlerinde oylarını
ve gücünü seferber ettiği Emek Barış Demokrasi Bloku'nu
değerlendirdi. Seçimlerin ardından blokun hangi ilkeler ve çalışma
kuralları çerçevesinde devam edeceğine ilişkin görüş
alışverişinde bulundu. Bloku oluşturan tüm bileşenlerin
eşitliği temelinde çalışmaların yürütülmesine onay verdi.
Koordinasyonumuz, Blok'un emperyalist savaş tehdidini birinci
öncelikle gündemine alması, kapitalist sistemin tüm sonuçlarına
son vermeyi hedeflemesi doğrultusundaki görüşlerimizin Blok
bileşenlerine iletilmesini kararlaştırdı. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 12, Mart Nisan
2002, "Sonuç Bildirisi 12 Ocak 2003")
Anayasa
Mahkemesi yeni bir anti demokratik kararla HADEP'i de kapattı.
Böyle
bir karar, ancak görmeyen, duymayan ve susan bir zihniyetin kararı
olabilir. Bu karar, halkların kardeşliğine en fazla ihtiyaç
duyulan böyle bir dönemde en yalın ifadeyle inanılmaz bir
gaflettir. En küçük hak aramaya ve demokratik sese
tahammülsüzlüğün bir örneğidir. ABD'nin Irak halkına
yönelik saldırı politikalarına katılanlar, bu kararla
Türkiye'nin ulusal güçlerini dağıtma yönünde pervasız bir
adım atmış oluyorlar.
HADEP
Türkiye'nin bir partisidir. Ana politika alanı olarak Kürt
kardeşlerimizin sesi olmayı ve demokratik haklarını savunmayı
seçen HADEP'in kapatılması kararı, emperyalizmin "böl yönet"
politikasına hizmet ediyor ve ABD'nin Ortadoğu'daki savaş
politikalarını kolaylaştırıyor. Ülke içindeki savaş karşıtı
hareketin, savaşa karşı mücadelenin bir unsuru olan Kürt
kardeşlerimizin sesinin susturulması, solun, devrimcilerin,
sosyalistlerin ve komünistlerin de baskıya uğraması anlamına
gelecektir.
Bugün
HADEP'e uygulanan bu anti demokratik kapatma kararı, yarın
hepimize yönelecektir. Toplumsal hakları savunan, ilerici,
demokratik, insanlığın gelişimini başlıca hedef sayan sol,
demokratik, sosyalist partilerin kapatılmasına son verilmelidir.
Sermayenin sözcülerine kapıları sonuna kadar açan, ancak
emekçilerin haklarını savunan partilere ve örgütlere legal
siyaset yapma olanağı tanımayan bir düzenin demokrasi anlayışı
göstermelik olmaktan öteye gidemez.
HADEP'in
kapatılmasını protesto ediyor, 21 Mart Newroz'un öngününde
savaşsız ve sömürüsüz bir Ortadoğu için, Türk Kürt Arap Fars
ve tüm halkların kardeşliği için, işçi sınıfını,
aydınları, ilerici öğrencileri ve tüm demokratik çevreleri
HADEP'le dayanışmaya çağırıyoruz. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 13, Mayıs Haziran
2003, "Demokrasi Ayıbına Son Verin! 15 Mart 2003")
Türk
silahlı kuvvetlerinin Irak'taki varlığı, Irak Kürt bölgesini
Körfez savaşından sonra meşru Irak hükümetinin kontrolü dışına
çıkaran ABD'yle varılmış bir mutabakatın sonucuydu. Türkiye,
Amerika'nın ve İngiltere'nin gayrimeşru Çekiç Güç ve Keşif
Gücü harekâtlarına destek veriyor ve karşılığında, "bölücü
teröristleri sınırları dışında takip ve imha etmek"
gerekçesiyle Türkiye sınırları dışında, Irak topraklarında
asker bulundurmak için ABD'nin onay ve desteğini elde ediyordu.
Çekiç Güç Keşif Gücü harekâtlarıyla ve bunlara eşlik
eden acımasız bir ambargoyla Irak'ı alabildiğine zayıflatan
ABD, daha sonra Irak'ı bütünüyle işgal etti, elini
güçlendirdi; artık Türkiye'ye böyle bir onay ve destek
vermesinin gereği kalmadı.
ABD
emperyalizmi, Süleymaniye baskınıyla, Türk yönetiminin Irak
Kürtleri ve Türkmenleri konusunda Amerikan planlarıyla
çelişebilecek herhangi bir inisiyatif geliştirmesine karşı
Türkiye'ye gözdağı veriyor. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 14, Temmuz Ağustos
2003, "Amerikancılığın İflası")
Bütün
bunların değişmesi artık güncel bir zorunluluk durumuna geldi.
Türkiye halkı, artık kendini kapitalizm dininin ve bu dinin
tanrısı Amerika'nın boyunduruğundan, alçaltıcı sömürüsünden
kurtarmak için iradesini birleştirmeli ve gereken adımları
kararlı bir şekilde atmalıdır. İşçi ve emekçi kitlelerin
haklarını ön planda tutan, Kürt kardeşlerimizle barışık,
komşu halklarla dost bir dönemi elbirliğiyle başlatmalıyız.
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 14, Temmuz Ağustos
2003, "Amerikancılığın İflası")
ABD'nin
"böl ve yönet" politikalarının bir benzerini uygulamamalıyız.
Kürtleri, Türkmenleri ve Arapları birbirine düşürücü, Irak'ın
ulusal birliğini parçalayıcı adımlardan kaçınmalı, her
milliyetten Irak halkının emperyalist işgale karşı ortak
direnişine yardımcı olmalıyız. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 14, Temmuz Ağustos
2003, "Amerikancılığın İflası")
Öte
yandan, Kürt kardeşlerimizin gönlünü kazanacak, halkın
birliğini sağlayacak ve emperyalistlerin oyunlarını boşa
çıkaracak kapsamlı bir özgürlük politikasının ilk adımı
olarak derhâl genel af çıkarmak, F tipi zulmünü silmek yerine,
sadece adı değişik pişmanlık yasalarıyla oyalanıyorlar.
Düşünce özgürlüğü doğrultusunda ciddi bir adımın ön şartı
olarak mutlaka kaldırılması gereken Terörle Mücadele Kanununun
8. maddesinin iptalini Cumhurbaşkanı genelkurmayın görüşleri
doğrultusunda veto etti. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 14, Temmuz Ağustos
2003, "Amerikancılığın İflası")
Ortadoğu
açısından kilit öneme sahip Kürt sorununun ülkemizde demokratik
yollardan çözümü önemlidir. Emperyalizmin bölgede yürüttüğü
"halkları birbirine kırdırma" politikasını boşa çıkartmak
üzere ilk adımda ayrımsız bir genel af çıkartılmalı, düşünce,
örgütlenme ve sendikal özgürlükler kabul edilmelidir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 14, Temmuz Ağustos
2003, "Sonuç Bildirisi Tek Çözüm Bağımsızlık
Politikası 13 Temmuz 2003")
Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök ve İkinci Başkan Orgeneral Yaşar
Büyükanıt, Amerika'nın "Kürt kartı"nı elinde tuttuğunu
belirterek, "asker göndermemek, asker göndermekten daha
zararlıdır" yorumunda bulunuyor. Demokratik ve barışçı
yöntemleri benimseyerek "Kürt kartı"nı emperyalizmin elinden
alma ve Türkiye'nin ve bölgenin ortak zenginliğine dönüştürme
olanağı hiç akla bile gelmiyor. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 15, Eylül Ekim
2003, "Yangına Körükle Gidenler")
Ancak,
düzen içi çelişme ve çatışmaların Türkiye'yi kendiliğinden
demokratikleştireceği veya bağımsızlaştıracağı hayaline
kapılanların yanıldığı da apaçık görülüyor. Ülkemiz ve
bölgemiz için yaşamsal önem taşıyan Kürt sorununun barışçı
çözümü için parmaklarını bile kıpırdatmayanlar, DEHAP'ın
seçime kanunsuz biçimde katıldığı iddiasını öne sürüyorlar.
İktidar dengelerini değiştirmek için büyük bir sorumsuzlukla
şovenizmi körüklüyorlar ve cadı kazanını kaynatıyorlar. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 15, Eylül Ekim
2003, "Yangına Körükle Gidenler")
(Ürün
Okurları Türkiye Koordinasyonu) İşbirlikçilik ve Iraklı
kardeşlerimize düşmanlık doğrultusunda ABD'ye verilen tüm
açık ve gizli taahhütlerden derhâl vazgeçilmesi ve halklar arası
dostluğu pekiştirecek adımlar atılması çağrısında bulundu.
Aynı şekilde, Kürt sorununun demokratik çözümünün ülke ve
bölge halkları için taşıdığı önemi bir kez daha beyan etti.
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 16, Mayıs Haziran
2004, "Sonuç Bildirisi: İşgalin Değil, Direnişin Safına!
26 Ekim 2003")
Irak
ulusal kurtuluş savaşı, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'ya,
Avrasya'ya ve bütün dünyaya mutlak egemen olma saldırısının
yolunu kesiyor. Iraklı yurtseverler, bu anlamda sadece Iraklıların
değil, bütün bölge ve dünya halklarının savaşını veriyor.
Bu nedenle, bölge ve dünya halklarının Iraklı yurtseverlerle
enternasyonalist dayanışması sadece hakkın ve adaletin gereği
olmakla kalmıyor, Amerikan sömürgeciliğinin kölesi olmak
istemeyen herkesin en temel menfaatlerinin emrettiği bir davranış
oluyor. Bu gerçeğin farkına varmayan davranışlar ters tepecek ve
"yüksek politika" yaptıklarını sananları vuracaktır.
Komşunun evinin yanmasından medet ummak ve hatta kundakçıyla
işbirliği yapmak, kendi evinin de yanmasını göze almak demektir.
Kürt ulusal hareketinin Irak'taki işgalin birinci yıldönümünde
yayınladığı bildiri, gerçekten hazin bir örnektir. Amerikan
emperyalizminin bölgeye yerleşmesini "tarihsel bir fırsat"
olarak görmek, sömürgecilikten ulusal kurtuluş, demokrasi ve
özgürlük ummak, büyük bir yanılgıdır. İşbirlikçi Barzani
ve Talabani'nin peşinden gitmek, uçuruma gitmektir. Emperyalizmin
Türk, Arap, Fars işbirlikçileri kendi halklarına ne derecede
zarar veriyorsa, Kürtler arasında emperyalizmin işbirlikçiliğine
soyunanlar da kendi halklarına aynı ölçüde zarar vereceklerdir.
Daha önce İlhan Selçuk'a Açık Mektup'ta vurguladığımız
gibi, "kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz"
parolası hakka ve adalete uygun olduğu gibi, en gerçekçi
politikadır aynı zamanda.
Madalyonun
öteki yüzüne baktığımızda, kimliği, dili, kültürü, ulusal
özlemleri inatla tanınmayan bir halkın, "denize düşen yılana
sarılır" misali, sömürgecilerin pençesini kurtuluş ümidi
sayabileceğini görüyoruz. Zaten enternasyonalizmin, kardeşliğin,
eşitliğin, hakkın ve adaletin gereği olarak tanınması gereken
bu ulusal hakları ve özlemleri savunmak, öyleyse, en gerçekçi
politikanın da gereğidir. Sadece Irak'ta değil, Türkiye'de ve
bütün bölge ülkelerinde Kürt kardeşlerimizin meşru haklarını
savunmak ve derhâl vermek, Amerikan sömürgeciliğine karşı
mücadeleye büyük güç katacaktır.( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 16, Mayıs Haziran
2004, "İşgalin Birinci Yıldönümünde")
DEP
milletvekilleri Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak ve Leyla Zana,
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde yeniden yargılandıkları
davada yine aynı cezaya çarptırıldılar ve serbest
bırakılmadılar. Mahkeme, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin adil
yargılanmadıkları gerekçesiyle geçersiz bulduğu birinci hükmü
aynen tekrarladı.
Eski
hükmün hiç değiştirilmeden kabul edilmesiyle, Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne katılmak amacıyla yaptığı reformların
göstermelik niteliği bir kez daha ortaya çıktı. Kürt sorununun
barışçı çözümünü savunan seçilmiş temsilcileri on yıldır
hapiste tutan egemen sistem, yasalar düzleminde yapılan bütün
değişiklikleri hiçe sayıyor. Düşünce ve örgütlenme
özgürlüğünü ayaklar altına alan uygulamaları aynen devam
ettiriyor. "Adaletsiz yargılama"yı geçerli sayan bir hukuk
sistemi olabilir mi? Ülkenin her alanda göstermelik reformlara
değil, gerçek bir sistem değişikliğine ihtiyacı var. Despotik
kapitalizmi demokratik makyajla gizlemeye değil, despotizmi hayatın
her alanından silen gerçek bir yapı değişikliğine ve bir
zihniyet devrimine ihtiyaç var. Özgürlük, görüldüğü gibi,
yerli ve yabancı kapitalistlerin pazarlıklarıyla elde edilmiyor.
Özgürlükler bahsinde "elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde
gelmez" atasözü geçerli olmaya devam ediyor.
Devlet
Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmalı, verdikleri kararlar iptal
edilmelidir. Düşünce ve örgütlenme suç olmaktan çıkarılmalıdır.
Başta DEP milletvekilleri olmak üzere bütün düşünce ve
örgütlenme "suçluları" serbest bırakılmalıdır. Kürt
sorununun barışçı çözümü için genel af ilan edilmelidir.
Diller ve kültürler özgür olmalıdır. Kürtçe kurs, Kürtçe
radyo ve televizyon yayını gibi dil ve kültür özgürlüğü
alanında yapılan yasal düzenlemeler hayata geçirilmelidir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 16, Mayıs Haziran
2004, "İşgalin Birinci Yıldönümünde")
3
Kasım 2002 seçimlerinde Kürt ulusal hareketiyle legal sosyalist ve
demokratik partileri bir araya getiren Emek, Barış ve Demokrasi
Blokunu, bir yandan ÖDP'nin, öte yandan Murat Karayalçın'ın
başkanlığındaki Sosyal Demokrat Halk Partisi'nin katılımıyla
genişleten Demokratik Güçbirliği seçime SHP listesinden girdi ve
yüzde 5.155 oy topladı. Demokratik Güçbirliği, DEHAP listesiyle
seçime katılan Blokun 2002'deki yüzde 6.22'lik oy oranına
ulaşamadı. Devletin bütün baskılarına, özellikle Kürt
illerinde bütün ağırlığını AKP'den yana koymasına rağmen
kazanılan bu oylar küçümsenmemeli; ancak, sonucun başarısız
olduğu kabul edilmelidir.
Bu
başarısız sonuçta, Kürt ulusal hareketi içerisinde meydana
gelen bölünmeler; sosyalist ve demokratik partilerin kadrolarında
ve kitlelerinde Murat Karayalçın'ın temsil ettiği politikalara
genel güvensizliği dikkate almadan seçime SHP listesinde katılma
kararı alınması; DEHAP'ın aldığı bu karara EMEP, SDP ve
ÖDP'nin tabanlarının onay ve desteğini alma gereğini duymadan
uyması; bu dayatmacılığın kadrolarda ve kitlelerde yaratacağı
tepkilerin önemsenmemesi ile ilkeleri ve hedefleri belli net bir
programın olmayışı önemli rol oynadı. Herkesin bu
başarısızlıktan alması gereken dersler var.
Daha
önce Bloku destekledikleri hâlde dayatmacılığa tepki gösteren
sosyalist çevrelerin bağımsız platform ve adaylarla aldıkları
oyların sembolik değeri azımsanmamalıdır. Sınıf tavrına bağlı
kalınmadan yapılan "açılım"ların, niteliği önemsemeyen
nicelikçi yaklaşımların aslında geriletici olduğu
kavranmalıdır. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 16, Mayıs Haziran
2004, "Seçim Değerlendirmesi")
Avrupa
Birliği, Avrupalı kapitalist tekellerin dünyadaki vurgun sahasını
genişletmeyi amaçlayan bir yapıdır. Bu yapıdan ülkemizde
kapitalist sömürüye karşı mücadele eden sınıf ve tabakalara
gelecek bir hayır yoktur. Avrupa Birliği, kurumsal olarak, sermaye
sınıfının örgütlenmesidir; bir başka deyişle, bağımsızlık,
demokrasi ve sosyalizm için yola çıkmış parti ve örgütlerin
dostu değil, düşmanıdır. İşbirlikçi oligarşiyle her türlü
oyunu el altından veya açıktan oynar, işine geldiği anda,
söylemine kapılanları yarı yolda bırakarak satar. Kimileri,
Avrupa Birliği'nin F tipi cezaevleri konusundaki suç ortaklığına
bir anlam verememişti. Şimdi ise raporda yer alan "Türkiye'de
sistematik işkence yoktur" iddiasıyla ne yapacaklarını
bilemiyorlar. Avrupa Birliği'nin, toplumsal muhalefet örgütlerini
kendi yörüngesine sokarak etkisizleştirmeyi amaçlayan demagojik
söylemine Aleviler ve Kürtler dahil hiçbir kardeş çevrede itibar
edilmemesi mutlak bir zorunluluktur. Bağımsızlık, demokrasi ve
sosyalizm mücadelesi kapitalist kurumlara ihale edilebilecek bir
konu değildir, kendi özgücümüze dayanarak ve dünya halklarının
enternasyonalist desteğini kazanarak yürütülmesi gereken
antikapitalist içerikli bir mücadeledir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 17, Aralık 2004 Ocak
2005, "Avrupa Sömürgeciliğine Hayır")
Ürün
Okurları Türkiye Koordinasyonu, Türkiye komünistlerinin başta
Irak ve Filistin olmak üzere bölgemizdeki komünist, yurtsever,
İslamcı direnişçilerle ortaklaşmak, Türk, Kürt, Arap ve Fars
halklarının birlikteliğine dayanan Orta Doğu Devrimci Çemberini
oluşturmak için yol ve yöntem bulmak zorunda olduğunu tespit
etmiştir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 18, Nisan Mayıs
2005, "Sonuç Bildirisi Yeni Devrimler Çağı Başlıyor 19
Aralık 2004")
Devleti
yöneten çevrelerde, Barzani ve Talabani'yi etkisizleştirmenin en
sağlam yolunun, Amerika'ya onlardan daha fazla hizmet sunma olduğu
görüşü maalesef ağır basıyor. Bu ise Türk, Kürt, Arap ve
Fars halkları arasında dostluk ve kardeşlik politikası izleme ve
emperyalizmin oyunlarına karşı birlikte hareket etme stratejisi
uygulayacak yerde, bölge güçlerinin birbirlerini tüketmesine yol
açan işbirlikçilik yarışını kızıştırıyor. "Amerika'nın
işine Barzani ve Talabani'den daha fazla yarayarak bölgede etkili
olma" politikası çıkmaz bir sokaktır. Sadece Amerika'nın
"tavşana kaç, tazıya tut" oyununu daha rahat oynamasını
sağlar. Bu oyunda bütün halklar kaybeder, sadece emperyalizm
kazanır. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 18, Nisan Mayıs
2005, "Dengeler Değişirken")
AKP,
geleneksel şovenist ve mezhepçi politikaları sürdürdü. Kürt
sorununu barışçı bir çözüme ulaştırma konusunda parmağını
kıpırdatmadı. Alevilerin en temel taleplerini ısrarla reddetti.
Etnik köken, dil, din, düşünce, cinsiyet ve inanç ayırımı
yapmayan, eşitliğe ve özgürlüğe dayalı bir kardeşlik ve
birlik politikasından kaçındı. Çaresiz kaldığı noktalarda,
Avrupa Birliği'nin zoruyla yarım yamalak, göstermelik adımlar
atmakla yetindi. Üstelik, haksız ve adaletsiz olduğu kadar
akılsızca olan bu politikayla, ezilen kesimleri Avrupa
emperyalizminin kucağına itmeye devam ediyor, emperyalizmin böl ve
yönet oyunlarının başarı şansını arttırıyor. ( Ürün
Sosyalist Dergi
Sayı: 18, Nisan Mayıs 2005,
"Dengeler Değişirken")
Newroz
ve Bayrak
Bu
yıl Newroz törenleri başta Diyarbakır ve İstanbul olmak üzere
ülkenin her yanında yüz binlerce kişinin katıldığı dev miting
ve gösterilerle kutlandı. Yüz binlerce Kürt kardeşimiz, inkâr
ve imha politikalarının reddini istedi, barış, özgürlük ve
eşitlik taleplerini haykırdı. Yok sayılanın, hor görülenin,
ezilenin onurlu sesi artık yaraların sarılması zamanının
geldiğini belirtiyor, halkların dostluğunun ete kemiğe
büründürülmesi gereğini hatırlatıyordu. Bütün Türkiyeli
emekçiler bu çağrıya canı gönülden katılıyor, çünkü
kardeşlerimizin derdi, bütün hepimizin ortak derdidir. Aynı
kaderde birleşen, kıvançta ve tasada ortak yurttaşların
birliğine dayalı demokratik bir ulus anlayışı, hangi kökenden
olursa olsun, Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Laz, Gürcü, Arnavut,
Boşnak, Ermeni, Rum, Süryani, Yahudi, Roman, Çeçen
ayırımı
olmadan, bütün yurttaşların özgürlüğünü ve eşitliğini
gerektirir. Türkiyeli emekçiler bütün halkın kapitalizme ve
emperyalizme karşı birliğini savunuyor, halklar arasında kardeş
kavgasını reddediyor. Kapitalizme ve emperyalizme karşı halkların
birliğini destekliyor, kendi kardeşlerimize hak eşitliği
tanımadan bu birliğin örülemeyeceğini, şovenizmin kapitalizme
ve emperyalizme hizmet edeceğini biliyor.
Newroz
kutlamaları, temel çağrısı, yönelimi ve yöntemleri açısından
bütün Türkiye halkını birleştiren bir barış köprüsü
niteliğinde idi. Ne var ki, Mersin'deki gösteriler sırasında
iki çocuğun Türk bayrağını yere çalması, kutlamaları
düzenleyenlerce anında kınandığı ve zaten kutlamaların ruhuna
yabancı tekil bir olay olduğu hâlde, bu barış köprüsünü
havaya uçurmakta kararlı karanlık çevreler tarafından sömürüldü
ve ülke çapında bir psikolojik harekâtın bahanesi olarak
kullanıldı. Şovenizm kışkırtıldı. Kutlamaların temel
çağrısı, yönelimi ve yöntemleri bir yana bırakıldı, iki
çocuğun bilinçsiz davranışı, yüz binlerce insanın uzattığı
dostluk elini yok saymanın, daha da ötesi, onları düşman
saymanın gerekçesi olarak abartıldı. "Bayrağımıza saygı"
adı etrafında, bütün yurtta faşizm rüzgârları estirildi.
Ülkeye toplu bir akıl tutulması yaşatıldı. Kutlamaları
düzenleyen DEHAP yetkililerinin "biz de bayrağa saygılıyız",
"bayrak bizim de bayrağımız" sözleri bile, bu akıl tutulması
içinde, bölücülüğün göstergesi olarak damgalandı.
Bayrağa
saygıyı Kürt kardeşlerimize karşı önyargıları körüklemek
için kullanmak Türkiye halkının birliğini bozmaktan başka anlam
taşımaz. Bayrağa sahip çıkmayı toplumsal muhalefeti susturmak,
devrimci ve halkçı güçlerin on yıllardır süren mücadelesiyle
despotizmin karanlığında açtığı delikleri kapatmak için
kullanmak düpedüz karşı devrimciliktir. Şovenizm, her zaman
olduğu gibi emekçileri birbirine düşürerek, kapitalizmin ve
emperyalizmin sömürü ve baskısını korumaya çalışıyor. Bu
oyunu boşa çıkarmak, boynumuzun borcudur, birliğimizin ve
dirliğimizin gereğidir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 18, Nisan Mayıs
2005, "Dengeler Değişirken")
Bu
psikolojik harekâtı tezgâhlayanlar, emekçi halkın kapitalist
sömürüye, emperyalist soyguna, özelleştirme vurgunlarına,
insanlık onurunun her gün çiğnenmesine duyduğu öfkeyi, gerçek
hedeflerinden saptırmaya çalışıyorlar. Emekçileri birbirine
kırdırarak soygun düzeninin ömrünü uzatmaya çalışanların
oyunlarına en iyi cevabı, halkların kardeşliği bilinciyle
saflarımızı sıklaştırarak, dayanışmamızı yükselterek,
birlikte mücadele ederek verebiliriz. Bayrağa saygı, emperyalizmin
ve işbirlikçi kapitalist oligarşinin esir ettiği ay yıldızımızı
zincirlerinden kurtarma mücadelesine katılmaktan geçer. Eşitlik
ve özgürlük içinde kardeşçe birlikte yaşama iradesini somut
davranışlarımızla göstermek zorundayız. Oligarşinin estirdiği
faşizm rüzgârlarına şu ya da bu gerekçeyle boyun eğenler,
birlikte yaşama iradesine zarar verdiklerini unutmasınlar. Dostluk
ve dayanışma zor günlerde belli olur. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 18, Nisan Mayıs
2005, "Dengeler Değişirken")
Newroz'da
"bayrağa saygı" adı altında başlatılan provokasyon,
Şemdinli'de suç üstünde yakalanan kontrgerilla bombalamalarına
kadar uzandı. Susurluk zihniyeti bütün demokrasi makyajına rağmen
iş başında. Halk düşmanları, halkı birbirine kırdıracak
cinayetlerini planlı ve örgütlü olarak tezgâhlamaya devam
ediyorlar. Kanunsuzluğun en derinine batmış canilerin hâlâ
"devlet otoritesinin meşru temsilcileri" olarak boy göstermesine
şu ya da bu gerekçeyle göz yumanları halk da affetmeyecektir,
tarih de.
Açıkça
söyleyelim, kardeş halklara karşı şovenizmi körükleyenler,
emekçi halkı acımasızca sömüren kapitalist patronlara hizmet
ediyorlar. Sınıfsal sömürü ile ulusal zulüm her zaman el ele
gider. Dili, dini, inancı, etnik kökeni ne olursa olsun, bütün
emekçiler kardeştir. Şovenizme kararlı biçimde karşı durmadan,
enternasyonalizmi her koşulda savunmadan, emekçilerin kapitalist
sömürüye ve emperyalist saldırıya karşı seferber edilmesi
mümkün değildir. Sırf anadilde eğitim ilkesini tüzüğüne
yazdığı için Türkiye'nin en büyük sendikasını kapatmaya
kalkanlar, halkımızın birliğini ve dirliğini ayaklar altına
aldıklarını bilmek zorundadırlar. Sırf kimliğine ve kültürüne
sahip çıkan kardeşlerimizi kalleşçe bombalarla katledenler,
sadece Kürtlere değil, başta Türkler olmak üzere Türkiye'de
yaşayan bütün halklara en büyük kötülüğü reva görüyorlar.
Şovenizmi
körükleyen çevreler aynı zamanda ülkeyi Amerikan emperyalizminin
askerî planlarına daha da bağlayıcı adımlar atıyorlar.
Şovenizmi körüklemekle emperyalizme teslimiyet aynı madalyonun
iki yüzüdür. Kürt düşmanlığını, Ermeni düşmanlığını,
sol düşmanlığını halkı geleneksel despotizme kul köle ederek
kötürümleştirmenin ve kapitalist düzeni sağlamlaştırmanın
etkili yöntemi sayanlar, komşu halklara karşı tehlikeli bir oyuna
da alet oluyorlar. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 19, Aralık 2005 Ocak
2006, "Büyük Oyun")
Kürt
kardeşlerimizi ezme planlarının, provokasyonların,
kontrgerillacılığın, linçlerin hiçbir işe yaramayacağını
göstermeliyiz. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 19, Aralık 2005 Ocak
2006, "Büyük Oyun")
Bütün
dillerin, dinlerin, mezheplerin, kültürlerin tam eşitliğinin
kabulü. Şovenizmin reddedilmesi, enternasyonalizmin benimsenmesi.
Ulusal, dinsel, mezhepsel, kültürel çeşitliliğin bir çatışma
nedeni değil. zenginlik kaynağı olarak görülmesi. Bölgemizde
Türk, Kürt, Arap, Fars, Çerkez, Gürcü, Azeri, Ermeni, Elen
bütün halklar arasında en yakın işbirliği. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 19, Aralık
2005 Ocak 2006, "Yeni Bir Atılım İçin")
egemen
güçlerin devrimci ve sosyalistlere, Kürt halkına yönelik baskı
politikalarını yeniden arttırma girişimleri de boşa
çıkartılmalıdır. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 19, Aralık 2005 Ocak
2006, "Sonuç Bildirisi Safları Sıklaştıralım 22
Mayıs 2005")
ABD
emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesine karşı Türk, Kürt,
Arap, Fars halklarının birlikteliğine dayalı Ortadoğu Devrimci
Çemberini oluşturma mücadelesini yükselteceğiz. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 19, Aralık 2005 Ocak
2006, "Sonuç Bildirisi Safları Sıklaştıralım 22
Mayıs 2005")
Kürt
halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesini Türkiye ve bölge
halklarının kurtuluş mücadelesinin güçlü bir birleşeni hâline
getirmek ve emperyalistlerin Ortadoğu'daki emellerini boşa
çıkarmak için işçi sınıfı enternasyonalizmi ile Kürt
hareketinin ortaklaşmasını sağlama görevi önümüzde duruyor.
Bunun için elimizden geleni yapmalıyız. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 20, Şubat Mart
2006, "Sonuç Bildirisi Suphilerin Yolunda Mücadelemiz
Sürüyor! 29 Ocak 2006)
21
Mart 2005 günü Mersin'de Newroz gösterileri sırasında bayrak
yakma provokasyonu, bütün yurtta yaygınlaştırılan linç
girişimleri, 9 Kasım 2005'te Şemdinli'de "iyi çocuklar"ın
bombalama eylemi, 5 Şubat 2006'da Trabzon'da Rahip Santoro
cinayeti, 6 11 Mayıs 2006 tarihleri arasında Cumhuriyet
gazetesine üç kez bomba atılması, 17 Mayıs 2006'da Danıştay
baskınında hâkim Mustafa Yücel Özbilgin'in öldürülmesi, 19
Ocak 2007'de Ermeni halkının sosyalist evladı ve halkların
kardeşliğinin yiğit savunucusu Hrant Dink'in öldürülmesi, 18
Nisan 2007'de Malatya'da 3 misyonerin kesilmesi gibi kontrgerilla
eylemleri Çankaya savaşlarının birer perdesiydi. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 21, Mayıs Haziran
2007, "Çankaya Savaşları")
Cumhurbaşkanı
hangi politikaların izleyicisi ve uygulayıcısı olacak? ... Kürt
kardeşlerimizin eşitlik ve özgürlük özlemlerini anlayışla
karşılayıp kanayan yaraları mı saracak, şovenizmi kışkırtıp
halkların boğazlaşmasının yolunu mu döşeyecek? ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 21, Mayıs Haziran
2007, "Çankaya Savaşları")
Katillerin
hazırlıkları çok önceden başlamıştı. İşlerini
kolaylaştıracak ırkçı zemin ise egemenler tarafından başta
Kürtler olmak üzere tüm uluslara düşmanlık temelinde
oluşturulmuş ve 301. madde provokasyonlarıyla kolayca
yönlendirilebilir hâle gelmişti.
Irkçı
zeminin yükseltilmesinde önemli belirleyicilerden biri ateşkes
süreci ile birlikte Kürt Türk halkları arasındaki, onların
deyimiyle "lüzumsuz" (!) yumuşama ve Kürtlerin siyaset
alanında tutunmalarının önlenmesi çabası; bir diğeri ise
Amerikan karşıtlığı temelinde yükselen milliyetçi duyguların
işbirlikçi egemenlere yönlendirilmesinin önüne geçmek, hedef
şaşırtmak ve halkları birbirine kırdırmaktı. Yükselen
Amerikan karşıtlığı hemen ırkçı/gerici söylemlerle
ehlileştirilmeli, "dost ve müttefik ülkeyi" rahatsız etmekten
çıkarılmalıydı. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 21, Mayıs Haziran
2007, "Fırat (Hrant) Kanıyor!")
Baraj
Delindi
Ürün
30 Mayıs 2007'de yaptığı açıklamada, seçimlere bağımsız
adaylarla girilmesi ve işçi sınıfı ile ezilen halkların önünü
tıkamayı amaçlayan yüzde 10 barajının iflas etmesinin
sağlanması çağrısında bulunmuştu. Seçim sonuçları, bu
yöntemin başarılı olduğunu ortaya koydu. Sol ve Kürt ulusal
hareketi, parlamentoyu sadece egemen sınıfların temsilcilerinin
girebildiği, işçi sınıfına ve ezilen halklara yasak kapalı bir
alan hâlinde tutmak için konulmuş anti demokratik seçim
barajını uzun yıllardan sonra bu şekilde aşabildi. Ürün'ün
seçim çalışmalarına aktif bir şekilde katıldığı örgütlü
bağımsız adaylar listesi 1 milyon 321 bin 63 oy aldı. Bu sonuçla,
artık 2 sosyalist (ÖDP'den Ufuk Uras ile SDP'den Akın Birdal)
ve 20 Kürt ulusal demokratı Millet Meclisi'nde yasama ve iktidarı
denetleme çalışmalarına katılabilecekler, despotizmi teşhir
edip özgürlüğün sesini duyurmaya çalışacaklar. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 22, Ağustos Eylül
2007, "22 Temmuz 2007 Seçimleri")
Sınıfsal
ve Ulusal Boyutlar
Son
olarak, solun ve Kürt ulusal hareketinin de bu seçimlerde,
özellikle Kürt bölgelerinde, AKP'ye oy kaybettiğini belirtelim.
2002
seçimlerine DEHAP çatısı altında giren Emek, Barış ve
Demokrasi Bloku, anti demokratik bütün baskı ve engellemelere
rağmen, 1 milyon 960 bin 660 seçmenin oyunu toplamayı başararak
yüzde 6,22 oranında oy toplamıştı.
Önemli
miktarda oyun AKP'ye kaymasında ve oy oranının yüzde 3,77'ye
gerilemesinde, iktidarın çeşitli baskılarının, vaat ve
rüşvetlerinin, dinsel propagandanın ve ayak oyunlarının kuşkusuz
rolü vardır.
Ancak,
Kürt emekçi kitlelerinin eşitlik ve özgürlük davasını,
onların kapitalist sömürüden kurtulma özlemini esas alan
sınıfsal taleplerini gölgede bırakacak ölçüde ulusal kimlik ve
kültür savunuculuğuna indirgeyen, her iki boyutu diyalektik bir
bütünlük içinde birleştirmeyen dar ulusalcı anlayışların da
iktidara bu fırsatı verdiğini mutlaka dikkate almalıyız. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 22, Ağustos Eylül
2007, "22 Temmuz 2007 Seçimleri")
DTP'ye
karşı linç kampanyası
Ardından,
yine büyük kapitalist medyanın Mecliste grup kuran DTP'yi köşeye
sıkıştırma, DTP milletvekillerinin dokunulmazlığını hukuka
aykırı bir şekilde yok sayarak partiyi gruptan düşürme ve
etkisizleştirme kampanyası başladı.
" Bölücülük
Meclisin içine girdi" kampanyasına AKP de militarist çevreler
kadar hevesle katıldı. DTP'nin grup kurarak Mecliste etkili
şekilde temsil edilmesini halklar arasında kardeşliğin
pekiştirilmesi ve Kürt sorununun barış yoluyla çözülmesi için
bir fırsat sayacak yerde, "genel seçimde bölgenin birinci
partisi olduk, yerel seçimde belediyeleri de DTP'nin elinden
alacağız", "DTP'yi sileceğiz" sloganlarıyla en bağnaz ve
şovenist çevrelere güvence verme gayreti içerisine girdi.
AKP
yönetimi, kendisi ile militarizm arasında Kürt ulusal hareketine
düşmanlık temelinde olabildiğince sağlam bir ittifak
kurabileceği hesabını yaptı. Bölgede DTP karşısında tek
yaygın siyasal güç olarak kendisinden başka bir parti kalmadığı
için militarist çevrelerin kendisine muhtaç olduğunu; kendisinin
de DTP'yi bölgeden silebilmek için militarizmin DTP örgütüne
ve tabanına yönelik baskılarına ihtiyacı olduğu saptamasıyla
hareket etti. Halklar arasına düşmanlık sokacak bu sorumsuz
politikayla, AKP Genelkurmay uzlaşmasını pekiştireceğini
düşündü. Düşündüğü gibi de oldu. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 23, Ocak Şubat
2008, "Çankaya Savaşlarından Sonra")
Şovenizm
kampanyasının şiddeti Ermeni sorununu Kürt sorunuyla harmanlama
taktiğiyle doruğa ulaştı. Ülkenin her yeri okul çocuklarının
da resmî kararla katıldıkları "şehitlere saygı, bölücülüğe
lanet" mitinglerinin alanı oldu. Her şehir, her kasaba bütün
devlet organlarının seferberliği ve bizzat AKP hükümetinin de
katkısıyla adeta yeniden fethedildi. "Teröre karşı savaş",
"teröristleri Kuzey Irak'ta ezelim", "ordu göreve",
"savaş tezkeresi çıksın", "AKP hükümeti teröre karşı
ordunun elini kolunu bağlamasın" sloganları ortalığı inletti.
Silahlı Kuvvetler ülkenin koruyucusu ve kurtarıcısı olarak
yeniden tescil ve tebcil edildi. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 23, Ocak Şubat
2008, "Çankaya Savaşlarından Sonra")
Durumun
seçim ve cumhurbaşkanlığı zaferini sarsacak ve kendi konumunu
siyaseten zayıflatacak boyutlara ulaşabileceğini gören AKP
iktidarı da kurtlarla birlikte ulumayı seçti ve sınır ötesi
savaş için tezkereyi Meclise getireceğini ilan etti. Tezkere 17
Ekim 2007'de DTP'nin 16, ÖDP'nin 1, CHP'den Eşref Erdem'in
1 ve bağımsızların 1 oyu olmak üzere sadece 19 hayır oyuna
karşılık AKP, CHP, MHP, DSP, BBP ve kimi bağımsızların 507
evet oyuyla kabul edildi.
Tezkerenin
kabul edilmesiyle hükümet ile genelkurmay arasındaki yakınlaşma
daha belirgin hâle geldi. Şovenizm kampanyasına katılmayan,
barışı ve halkların dostluğunu isteyen, emekçilerin
kardeşliğini savunan, halkların kapitalizme ve emperyalizme karşı
gerçek ve somut taleplerini dillendiren ve tezkereye karşı çıkan
her ses hain ilan edildi, linç tehdidiyle karşılaştı.
Militarizmin ve şovenizmin işçi sınıfına, emekçilere ve
halklara düşman, sermaye güdümlü gerici akımlar olduğu bir kez
daha doğrulandı.
CHP,
MHP, DSP ve BBP tezkerenin hemen uygulamaya geçirilmesini, derhâl
savaş açılmasını, sınırda bir tampon bölge oluşturulmasını,
Kerkük'ün Kürt bölgesel yönetimine bağlanmasına yol açacak
referandumun kesinlikle durdurulmasını, bu amaçlara ulaşılması
için de Barzani ve Talabani'ye bağlı Irak Kürt Bölgesel
Yönetimi'nin de hedef alınmasını ve yıkılmasını isterken,
AKP hükümeti belli bir soğutma politikası izledi. Başbakan
Erdoğan, "5 Kasım'da Amerika'da Başkan Bush'la
görüşeceğim, harekete geçmeden önce bu görüşmenin sonucunu
beklemeliyiz" dedi. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt da
Erdoğan'ın bu görüşünü destekledi.
Kendini
anti emperyalist ve sol olarak tanımlayan kimi çevrelerin de
militarist ve şovenist akıl tutulması ortamı içinde halkları
birbirine kırdıracak politikalara destek vermesi ibret vericiydi.
Şovenist bir işgal ve imha savaşını "Amerikan emperyalizmine
ve işbirlikçi Barzani ve Talabani'ye karşı mücadele" adına
destekleyenler, eğer iş ABD'ye ve işbirlikçilerine karşı
mücadeleyse, bu mücadeleyi neden "bizim" en tescilli ve
kurumsal işbirlikçilerimizin peşine takılarak yürütmeye
kalkıştıklarını bir türlü açıklayamadılar.
Enternasyonalizmin öncelikle bizim kendi işbirlikçilerimize karşı
mücadele etmemizi gerektirdiğini, başkalarının da kendi
işbirlikçilerine karşı çıkmasını ancak bu yolla teşvik
edebileceğimizi unuttular. Siz kendi bahçenizi temiz tutun, bunu
yaptığınızda diğer halklar de kendi bahçelerini temiz
tutacaktır. Kürt kardeşlerimizin dertlerine kulak verin, meşru
eşitlik ve hak taleplerini tanıyın, NATO'dan çıkın, İncirlik
üssünü kapatın, Iraklı Kürt yurtseverlerin de içinde yer
aldığı Irak ulusal direnişini destekleyin, bütün komşu
halkların eşitlik, özgürlük ve barış içinde yaşayacağı bir
ortamın oluşturulması için elinizdeki bütün imkânları
kullanın. Emperyalizmin ve işbirlikçilerin oyunlarına ancak böyle
engel olursunuz, yoksa kendi işbirlikçilerimizin uzantısı
olmaktan ileriye gidemezsiniz. Siz kendi kurumsal işbirlikçilerinizle
kol kola girerseniz başkalarını da kendi işbirlikçilerinin
safına itersiniz. Sonuçta herkesin emperyalizmle ve
işbirlikçileriyle sarmaş dolaş olduğu, farklı kökenlerden
emekçilerin birbiriyle savaştığı berbat bir dünyayla
karşılaşır, emperyalizmin böl yönet politikasının
uygulayıcısı durumuna düşersiniz. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 23, Ocak Şubat
2008, "Çankaya Savaşlarından Sonra")
DTP'nin
özerklik kararı
Referandumun
yapıldığı gün bir askerî birliğin pusuya düşürüldüğü,
çok sayıda askerin öldürüldüğü ve 8 askerin kaçırıldığı
haberi geldi. "Derhâl intikam alalım" çığlıkları ortalığı
sardı. MHP başkanı Bahçeli, "Kandil dağında yapılacakları
Türkiye'nin her yerinde ve Ankara'da da yapalım", "Meclis'in
ve üniversitelerin toplantı salonlarında PKK işbirlikçileri var,
onları susturalım" diye önerdi. DTP'ye karşı kampanya daha
da şiddetlendi. Medyada ve sokak gösterilerinde "Tezkereye red
oyu veren milletvekilleri asılsın", "Barzani de yakalansın,
İmralı'ya konulsun", "Kürt Bölgesel Yönetimi yıkılsın",
"Sınır değişikliği yapılsın", "Tampon Bölge
oluşturulsun", "Musul ve Kerkük ilhak edilsin" önerileri
gırla gitti.
DTP
26 28 Ekim 2007 günlerinde Diyarbakır'da yaptığı
Demokratik Toplum Kongresi'nde "demokratik özerklik"
programını kabul etti. Konuya ilişkin açıklamalarda, "Bu
örgütlenmede devlet karşıtlığı yoktur, devlet kurmayı da
hedeflemiyor. Bir çeşit, mevcut sınırlar ve devlet yapıları
içinde Kürtlerin özgürlüğünü temsil eder. Sonuçta özerklik
kavramı da özgürlükle ilgilidir. Demokratik özerkliğin
devletle, sınırlarla bir problemi olmaz. Bir çeşit, yerelin
kendini devlet içinde ifade etmesi anlamına gelir." şeklinde
vurgulamalar yapıldı.
Buna
karşılık, merkezî, üniter devlet çerçevesinde istenen bu
özerklik medyada bölücülüğün en büyük kanıtı ilan edildi.
8 askerin serbest bırakılması için DTP'nin girişimlerde
bulunması, DTP'li milletvekillerinin askerleri almaya gitmesi ve
askerlerin serbest bırakılması barış yolunda bir iyi niyet
belirtisi olarak kabul edilmedi; aksine, kötü niyetli bir
propagandanın ifadesi olarak yerden yere vuruldu. Adalet Bakanı
Mehmet Ali Şahin "askerlerin serbest bırakılmasına sevinemedim"
dedi. İP başkanı Doğu Perinçek, "keşke tabutları gelseydi"
dedi. Askerî mahkeme, serbest bırakılan askerleri tutukladı.
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 23, Ocak Şubat
2008, "Çankaya Savaşlarından Sonra")
Amerikan
planı
Başbakan
Erdoğan, Dışişleri Bakanı Babacan ve Genelkurmay 2. Başkanı
Ergin Saygun'un 5 Kasım günü Bush başkanlığındaki ABD
heyetiyle yaptığı toplantılarda, ABD'nin bölgesel planlarına
uygun bir plan üzerinde uzlaşma çıktı.
Plana
göre, Türkiye geniş çaplı sınır ötesi bir harekâttan
vazgeçecek, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'ni hedef almayacak,
buna karşılık, ABD'nin verdiği istihbarata dayanarak sınır
ötesinde PKK'ye karşı sınırlı nokta harekâtı yapabilecekti.
Kürt
Bölgesel Yönetimi Türk devletinin sınırlı harekâtlarına ses
çıkarmayacak, Kerkük'ün statüsünü belirlemeye temel olacak
referandumun ertelenmesini kabul edecek, PKK'nin lojistik desteğini
kesecek ve PKK'ye karşı Türk devletiyle belirli ölçüde
işbirliği yapacaktı.
ABD
ise, bizzat Bush tarafından PKK'nin düşman ilan edilmesinin yanı
sıra, hem Türkiye'ye PKK hareketleri ve eylemleri konusunda
istihbarat sağlayacak ve PKK hedeflerinin vurulmasına göz yumacak,
hem de Türkiye'nin ülke içindeki yasal Kürt hareketine karşı
alacağı önlemleri anlayışla karşılayacaktı. Ayrıca, Türkiye
yönetiminin Kerkük'ün Kürt Bölgesel Yönetimi'ne bağlanması
konusundaki kaygılarını dikkate alacaktı.
Böylece,
ABD'nin bölgesel ve küresel hâkimiyet hesapları içinde kilit
bir yer tutan Türkiye yönetimi ile Irak ve bölge hesapları içinde
kilit bir yeri olan Barzani ve Talabani'nin Kürt Bölgesel
Yönetimi, yani ABD'nin iki yakın müttefiki arasında ABD'nin
hesaplarına aykırı düşen bir çatışma önlenmiş, en azından
ertelenmiş olacaktı.
Görüldüğü
gibi, uzlaşma PKK'nin ve yasal Kürt hareketinin sırtından
sağlanıyordu. PKK yöneticilerinin ABD'ye yönelik iyi niyet
mesajlarının ve özellikle İran'a karşı PJAK üzerinden
geliştirdikleri ilkesiz ilişkilerin, DTP yöneticilerinin
düzenledikleri konferanslara tescilli CİA ajanlarını da
çağırmalarının, iş kritik noktaya geldiğinde, işe yaramadığı
ve Kürt hareketinin ilk feda edilecek unsur muamelesi gördüğü
anlaşılıyordu.
ABD,
Türkiye ve Kürt Bölgesel Yönetimi arasında varılan uzlaşmanın
bedelini ödeyecek olan Kürt ulusal hareketini yatıştırmak için
ise, Türkiye, eve dönüş veya dağdan iniş yasası adıyla yeni
bir pişmanlık yasası çıkaracağını ilan edecek, kendisini
bağlayacak somut güvenceler vermeden belirsiz bir gelecekte
yasallaştırma vaadinde bulunacaktı. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 23, Ocak Şubat
2008, "Çankaya Savaşlarından Sonra")
Üç
tarafın plan üzerinde anlaşmaya varmasının ardından, Yargıtay
Başsavcılığı DTP'nin kapatılması için 16 Kasım 2007'de
Anayasa Mahkemesine dava açtı. Yargıtay Başsavcılığı DTP'nin
kapatılması için açtığı davada, ayrıca DTP milletvekillerinin
milletvekilliğinin düşürülmesini, belediye başkanlarının
görevden alınmasını ve 150 bin üyeye dava süresince tedbirli
olarak siyaset yasağı getirilmesini istedi.
Görüldüğü
gibi, 150 bin kişilik bir yurttaş topluluğuna siyaset yasağı
getirerek onları "medeni ölüm"e mahkûm etme noktasına gelmiş
bulunuyoruz. İnsanların eşitliğini, dillerin ve kültürlerin
özgürlüğünü, halkların kardeşliğini, komşuların
saygınlığını, barışı ve dayanışmayı kabul ederek,
insanlığın demokratik ve sosyalist mücadeleler tarihi boyunca
biriktirdiği deneyimleri benimseyerek dostça çözülebilecek bir
sorunu emperyalizme havale ederek, kapitalizmin yağmacılığını
benimseyerek çıkmaz sokağa hapsediyor, hem kendimize, hem
kardeşlerimize ağır zararlar veriyoruz.
Oysa,
hiçbir halkın özgürlük ve eşitlik mücadelesi yasaklarla,
tüfeklerle, tanklarla, toplarla, füzelerle, uçaklarla yok
edilemez. Tek çözüm, özgürlüğü ve eşitliği içimize
sindirmek, kendimize hak gördüğümüz her şeyi kardeşlerimize de
hak görmek, baskı ve sömürünün ayıp ve aşağılık olduğunu
kabul etmek, kapitalist ve emperyalist mantığı reddetmektir. Bütün
halklar kardeştir, kardeşini ezme! Bütün diller saygındır,
kardeşinin dilini yasaklama! Bütün halklar özgürdür, kardeşinin
ruhunu öldürme! Bütün halklar eşittir, kardeşinin kararlarına
saygı göster! Her sade insanın anlayabileceği bu yalın ilkeleri
uyguladığımızda gencecik fidanlarımızın göz göre göre yok
olmasını önleyebilir, Anadolu'dan ve Mezopotamya'dan
başlayarak Batı Asya'da ve giderek bütün dünyada emekçilerin
birlik ve dayanışmasıyla yükselecek yeni bir uygarlığın
temellerini atabiliriz.
Unutmayalım
ki, Amerikan emperyalizminin ipiyle kuyuya inilmez. Amerika'yı
kılavuz seçenlerin başı beladan kurtulmaz. Bizzat Genelkurmay
Başkanı Büyükanıt'ın Kanal D'de Mehmet Ali Birand'a
yaptığı açıklamaya göre, "ABD'nin istihbarat desteği ve
işgali altında tuttuğu Irak hava sahasını bize açmasıyla" 16
Aralık 2007'nin ilk saatlerinde gerçekleştirilen hava
bombardımanı, sorunu çözmeyecek, daha da ağırlaştıracaktır.
Amerikan planlarının parçası olarak hareket etmek, Gül ve
Erdoğan Büyükanıt'a, Büyükanıt Gül ve Erdoğan'a istediği
kadar teşekkür etsin ve sahip çıksın, halklarımız açısından
daha büyük felaketlerin habercisidir. Halklarımızın Amerikan
emperyalizminin güdümünde 60 yıldır içine sürüklendiği
felaketlerden hâlâ ders almayarak, "Amerikan kartı"nı
oynayanlar affedilmez bir suç işliyorlar. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 23, Ocak Şubat
2008, "Çankaya Savaşlarından Sonra")
Bombardımanın
öncesinde, 14 Aralık'ta Van Askerî Mahkemesinde yapılan
duruşmada ise Hakkâri'nin Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005'te
Umut Kitabevi'ne el bombasıyla yapılan saldırıda halk
tarafından suçüstü yakalanan astsubay Ali Kaya, astsubay Özcan
İldeniz ile PKK itirafçısı Veysel Ateş tahliye edildi. Bilindiği
gibi, Büyükanıt'ın "iyi çocuklar" diye tanımladığı
sanıklar, daha önce Van 3'üncü Ağır Ceza Mahkemesinde
yargılanmış, 19 Haziran 2006'da "adam öldürmek, çete kurmak
ve adam öldürmeye teşebbüs'' suçlarından 39 yıl, 5 ay,
10'ar gün hapis cezasına çarptırılmışlardı. Ancak Yargıtay
9'uncu Ceza Dairesi, bu kararı "eksik soruşturma"
gerekçesiyle bozmuş ve davanın askerî mahkemede görülmesi
gerektiğini bildirmişti. Üstelik sözü edilen cezayı veren
mahkeme heyetinin üyeleri de görevden alınarak başka yerlere
tayin edilmişti.
DTP
Genel Başkanı Nurettin Demirtaş ise hakkında açılan "sahte
sağlık raporuyla askerlikten kaçma" soruşturması gerekçe
gösterilerek, 17 Aralık'ta ülkeye döndüğü gün, yani hiçbir
kaçma şüphesi olmadığı ve delilleri karartma gibi olasılık da
bulunmadığı hâlde, havaalanında apar topar gözaltına alındı
ve ertesi gün askerî mahkeme kararıyla tutuklandı. Suikasttan
yargılanan ve ilk mahkemenin 39 küsûr yıla mahkûm ettiği
Şemdinli sanıkları serbest kalırken, yasal bir partinin genel
başkanı hapse atıldı. Nurettin Demirtaş, Türkiye'ye dönmeden
önce 8 Aralık'ta Almanya'da Hamburg Üniversitesi'nde
düzenlenen "Kürt Sorunu ve Çözümü" panelinde yaptığı
konuşmada "Kürt sorununu sınırlara dokunmadan şiddetsiz olarak
halletmek istiyoruz. Diyarbakır'da bir halk kongresi yaptık.
Burada Kürtlere devlet istiyor musunuz? diye sorduk. Çoğu devlet
değil, özgürlük istiyoruz dedi. Biz, sınırları değil,
özgürlüğü hedefliyoruz" demişti.
AKP
ile Genelkurmay huzursuz birlikteliklerini Amerika'nın telkin,
arabuluculuğu ve yönlendiriciliği ile olabildiğince sıkı bir
işbirliğine döndürdüler ve karşımıza işte bu politikalarla
çıktılar. İsrail'i ve ABD'yi örnek alan politikalarla nereye
varılacağını hep birlikte göreceğiz. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 23, Ocak Şubat
2008, "Çankaya Savaşlarından Sonra")
Genelkurmay
Başkanlığı bugün (22 Şubat 2008) yaptığı açıklamada, 21
Şubat günü saat 19:00'da Türk Silahlı Kuvvetlerinin hava
destekli sınır ötesi kara harekâtına başladığını ve askerî
birliklerin Irak topraklarına girdiğini açıkladı. Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir süre
sonra aynı yönde açıklamada bulundu.
CHP,
MHP, DSP ve kapitalist büyük medya harekâtı sevinçle karşıladı.
Düzenin bütün kurumları, türban kavgasında karşı saflarda yer
alsalar da, savaşı desteklemekte birbirleriyle yarışıyor. Yatık
medya yine militarizmin ve şovenizmin tek sesli korosu olarak
hareket ediyor. Genelkurmay açıklamasına göre, ilk çatışmalarda
24 PKK'li ile 5 asker ölmüş bulunuyor.
Sınır
ötesi kara harekâtı, 16 Aralık 2007'de başlatılan hava
harekâtının bir üst aşamaya ulaştığını gösteriyor. AKP
hükümeti ve Genelkurmay, Amerikan ipiyle kuyunun daha da
derinlerine inmeye karar verdiler. Bu karar derhâl geri alınmalı
ve sınır ötesi harekât durdurulmalıdır.
Daha
önce yapılan 24 sınır ötesi harekâtın hiçbir işe
yaramadığını, aksine sorunun daha da ağırlaştığını yaşayan
herkes görüyor. 25'inci harekât da sadece daha fazla acı, daha
fazla yıkım getirecek ve kardeş halklarımızı, Türkleri ve
Kürtleri birbirlerinden uzaklaştıracaktır.
Yapılanlardan
ders alalım. Geçmiş hataları tekrarlamayalım. Sorunu barış ve
kardeşlik yoluyla, Kürt kardeşlerimizin eşitliğini ve
özgürlüğünü tanıyarak, temel yurttaşlık haklarını herkese
tanıyarak siyaset yoluyla çözelim. Savaşa ve ölüme hayır
diyelim, barışı ve yaşamı savunalım.
Amerikan
emperyalizmi Irak'taki sömürgeci işgalinin güçlü Irak
direnişine takılıp başarısızlığa uğramasıyla bölge
politikasını yeniden ayarlıyor. Irak'ta kurduğu baskı ve
işkence rejimini yürütmek için işbirlikçi Şii ve Kürt
güçlerine dengesiz biçimde dayandığını ve böylece İran'ın
"gereğinden fazla" güçlenmesine yol açtığını düşünüyor.
İran'ı dengelemek için Şii partilerine karşı Sünnileri, Kürt
partilerine karşı Türkiye'yi birer adım öne çıkarıyor.
Amerikan izni ve istihbaratıyla gerçekleştirilen sınır ötesi
harekât, işte bu ayarlamayı içeren Amerikan planının hayata
geçirilmesidir. Türkiye ve Irak halklarının bu plandan hiçbir
çıkarı yoktur. Amerika'nın bölgedeki işbirlikçilerini
yeniden hizalandırması, hiçbir halkın çıkarlarıyla ilgili
değildir.
Türkiye
işçi sınıfının, hangi kökenden olursa olsun emekçi
halklarımızın, gençlerimizin, annelerin ve babaların ölüm,
yıkım ve evlat acısından başka bir şey getirmeyecek olan bu
kardeş kavgasından hiçbir çıkarı yoktur. Savaştan sadece
kapitalistler ve emperyalistler ile onların işbirlikçileri yarar
sağlayacaktır. Amerikan planlarına uymak, Amerikan emperyalizminin
bölge hesaplarına alet olmak hiçbir halka yarar sağlamadı,
sağlamaz.
Türkiye
Amerika'yı ve İsrail'i örnek almamalıdır. Sınır ötesi
harekâta son verelim. Bütün birlikler Türkiye topraklarına
dönsün.
Kahrolsun
Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçileri!
Yaşasın
halkların kardeşliği!
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 24, Mayıs Haziran
2008, "Sınır Ötesi Harekâta Hayır!")
Genelkurmay
Başkanlığı bugün (29 Şubat 2008) öğleden sonra yaptığı
açıklamada, hava destekli sınır ötesi kara harekâtına sabah
saat 04:00'te son verildiğini ve harekâta katılan birliklerin
Türkiye'ye döndüğünü açıkladı. Açıklamaya göre, Zap
bölgesini hedef alan harekâtta yaklaşık 300 kişilik bir PKK
grubundan 240 kişi öldürüldü ve grubun fiziksel altyapısı
tahrip edildi. Çatışmalarda TSK'dan da 24 asker ve 3 köy
korucusu öldü. Genelkurmay değerlendirmesine göre, harekât
hedeflerine ulaştı.
Hâlbuki
bu harekât da tıpkı daha önce yapılan 24 sınır ötesi harekât
gibi koca bir fiyaskodan ibarettir. Kürt sorununun çözümüne en
ufak bir katkı sağlamamış, aksine sorunu daha da
ağırlaştırmıştır. Kürt sorunu sadece barış, kardeşlik ve
anlayışla çözülebilecek bir sorundur. Ölü ve yaralı gençlerin
sayısını çoğaltmakla çözülmez, daha da kangrenleşir.
Hayatının baharında gençlerin Amerikan güdümlü planlarla
ölmesi ve öldürmesiyle, sadece kapitalizm kazanır, sadece
emperyalizm kazanır. Türkiye kazanmış olmaz; tıpkı yoksul Kürt
halkı gibi, yoksul Türk halkı da kaybeder.
Süreç
hepimizin önünde cereyan etti. Amerikan yönetimi ile Türkiye,
Irak ve Kürt Bölgesel Yönetimi arasında yapılan pazarlıklarda
Türkiye'ye bir hafta boyunca Irak'a serbestçe girme ve PKK
kuvvetlerine saldırma izni verildi. Bir hafta boyunca bu emperyalist
düzenlemeye taraf olan her yönetim, kendi halkları ile dünya
halklarının gözünü boyamak üzere "kamu diplomasisi"
yürüttü. Bu danışıklı dövüşte kukla Irak yönetiminden
Başbakan Maliki Londra'ya "tedavi"ye gitti, Cumhurbaşkanı
Talabani ses çıkarmadı. İşbirlikçi Barzani itiraz eder göründü,
bölge topraklarının istilasına karşı koyacağını belirttikten
sonra hiçbir şey yapmadan kenara çekildi. Gül, Erdoğan ve
Büyükanıt bir yandan Talabani'yi Türkiye'ye resmen davet
etti, bir yandan da harekâtın sonuna kadar süreceğini açıkladı.
Amerikan yönetimi ise Savunma Bakanı Gates ve Başkan Bush
aracılığıyla malumu ilam etti, başkomutanın Amerika olduğunu
herkese duyurdu. Türkiye derhâl birliklerini geri çekti. Avrupa
Birliği süreç boyunca Amerikan yönetiminin kuyruğuna takıldı.
Amerikan
planının uygulayıcısı olarak ortaya çıkan bütün bölgesel
işbirlikçiler ve militaristler Amerika'nın çizdiği çerçeve
içinde çeşitli aşağılamalara maruz kaldılar ama hepsi elde
ettikleri küçük menfaatlerle durumdan memnun ve mesut görünüyor.
Bölge halkları ise, kendi sırtlarından yürütülen bu "öldür
ve öl" oyunundan yine ağır kayıplarla çıktılar. Halklarımız
bu kanlı oyuna toptan son verecek yeni bir bilincin ve örgütlenmenin
öznesini yaratmak göreviyle karşı karşıya. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 24, Mayıs Haziran
2008, "İşbirlikçiliğin ve Militarizmin Fiyaskosu")
AKP,
sınır ötesi harekâta onay vermekle Genelkurmay'la arasını
kökten düzelttiğini düşünüyor, Genelkurmay'ın Kürt
hareketine karşı bölgede tek alternatif siyasi parti olarak
AKP'nin kaldığını dikkate alarak hiç olmazsa yerel seçimlere
kadar kendisine mecbur olduğunu hesaplıyordu. ABD'nin hükümet
ile Genelkurmay'ın uzlaşmasına yönelik tavsiyelerini ve
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın sınır ötesi
harekâtın bitirilmesini eleştiren CHP ve MHP'ye karşı göğsünü
hükümete siper etmesini, kendisine açılan geniş bir siyasi
manevra alanının belirtisi sayıyor, bu nedenle kendi ölçülerine
göre "gözü kara" gitmekte bir sakınca görmüyordu. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 24, Mayıs Haziran
2008, "Çankaya'nın Rövanşı")
Yani
işçilerin ve emekçilerin en temel haklarını gasp etmek için
elden gelen her şeyi yapanlar
savaş hükümeti olmakta bir
sakınca görmeyenler, Newroz kutlamalarını kana bulayanlar, ırkçı
cinayetleri ört bas edenler, anadil hakkını isteyenlere hakaret
edenler
gadre uğramış özgürlükçü demokrat olacaklar! Bu
taktiğin işe yarayıp yaramayacağını göreceğiz. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 24, Mayıs Haziran
2008, "Çankaya'nın Rövanşı")
Bugün
21 Mart. Kürt halkının ulusal günü Newroz ile Batı ve Orta Asya
halklarının bayramı Nevruz'u sevinçle kutluyoruz.
21
Mart Kürt halkının zalim hükümdar Dehak'a karşı Demirci Kawa
önderliğinde isyan ettiği gün olarak kutladığı, bölgemizdeki
diğer halkların doğanın yeniden doğduğu bahar bayramı olarak
karşıladığı, Birleşmiş Milletler kararıyla da bütün dünya
halklarının Irkçılığa Karşı Mücadele Günü olarak kutladığı
derin anlamlar taşıyan bir gündür.
Bu
günü, ülkemizde, bölgemizde ve dünyada zulme karşı mücadelenin
yükseltileceği, emperyalizme, kapitalizme, sömürgeciliğe, işgale
ve ırk ayrımcılığına karşı halkların birliğinin ve
dayanışmasının pekiştirileceği bir halklar bayramı, ortak bir
şenlik sayıyoruz.
Türkiye
işçi sınıfı ve emekçi halklarımız Newroz'un Kürt halkının
kimliğinin, dilinin ve kültürünün tanınması, inkâr ve imha
politikalarına son verilmesi, halklar arasında özgürlük ve
eşitlik temelinde barış ve kardeşliğin kurulması için bir
imkân olarak görülmesini talep ediyor ve kutlamalarda bu istemini
coşkuyla haykırıyor.
Yaşasın
21 Mart!
Yaşasın
halkların birliği ve dayanışması!
Newroz
bütün emekçilere kutlu olsun!
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 24, Mayıs Haziran
2008, "Yaşasın Newroz!")
Diyarbakır'ın
Yenişehir semtinde 3 Ocak 2008 günü bombalı bir aracın
patlatılmasıyla 6 kişi yaşamını kaybetti, yüze yakın kişi de
yaralandı. Saldırıyı üstlenen olmadı. Olay, bütün halkta
haklı olarak büyük bir tepki doğurdu, halkı hedef alan,
demokrasi ve özgürlük güçlerini karalamayı ve yeni baskılara
ortam hazırlamayı amaçlayan bir provokasyon olarak
değerlendirildi.
Dünyada
ve Türkiye'de kapitalist egemenlerin, gizli servislerin bu tür
kontrgerilla eylemleriyle halkı devrimci muhalefet örgütlerinden
nasıl soğuttukları, halk kitlelerini nasıl sindirdikleri,
planladıkları faşist ve despotik hamleler, sıkıyönetimler,
askerî darbeler, işgaller için kamuoyunu nasıl hazırladıkları
konusunda çok zengin bir birikim var. Sorumluluğu devrimci
örgütlere, siyasal ve toplumsal muhalefet hareketine yükleyerek
metrolara bomba konulması, yolcu otobüslerinin yakılması,
alışveriş merkezlerinin havaya uçurulması, sokağa park edilmiş
özel arabaların tahrip edilmesi, kahvehanelerin, dükkânların
taranması gibi sade emekçilerin, sokaktaki insanın, esnafın,
küçük mülk sahiplerinin ölümüne, yaralanmasına,
korkutulmasına, sindirilmesine ve çaresizlik duygusu içinde
egemenlere sarılmasına yol açan terörist taktikler NATO'nun ve
Amerikan ordusunun "gayrinizami harp" ve "ayaklanmaların
bastırılması" adıyla bütün dünya gericiliğine armağan
ettikleri talimnamelerde bütün ayrıntılarıyla bir bir
işlenmiştir.
Fırat
Haber Ajansı'nın bildirdiğine göre, Kürt ulusal hareketi adına
bugün (8 Ocak 2008) yapılan bir açıklamada, Diyarbakır'daki
patlamayla ilgili olarak dolaylı bir sorumluluk üstlenildi. "Bu
eylem hareketimizin merkezî planlaması değildir. Bu saldırı
bizim araştırmamıza göre yerel bağımsız otonom grupların
yaptığı bir eylemdir" ve "Sivillerin yaşamını yitirmesinden
dolayı üzüntülerimizi belirtiyoruz, halkımızdan da özür
diliyoruz" denildi.
Böyle
bir ortamda, Marks ve Lenin'den Mustafa Suphi ve İsmail Bilen'e
kadar sınıf bilinçli proletarya önderlerinin ortaya koyduğu
yaklaşımı bir kez daha tekrarlıyor ve halka yönelik bu tür
terör taktiklerini mahkûm ediyoruz. Bu tür eylemler, sınıf
mücadelesi tarihinin hep gösterdiği gibi, asla eşitlik ve
özgürlük davasına hizmet etmezler, sadece egemenlerin eline koz
verirler. Devrim, kurtuluş, eşitlik, özgürlük adına yola çıkan
hiçbir örgüt, kontrgerilla taktikleriyle karıştırılabilecek bu
tür eylemlere girişemez ve bunları hoş göremez, bu eylemlere
mazeret üretemez. Bir halkın özgürlük davasını savunanların
yaptıklarıyla kontrgerillanın yaptıkları arasında ilkesel
olarak açık, kesin ve birbirine karıştırılması imkânsız
farklar olmalıdır. Eğer sade emekçilerin kafasında "acaba bu
işi kontrgerilla mı yaptı, yoksa bizim davamızı savunduklarını
söyleyenler mi" şeklinde bir kuşku uyanıyorsa, egemen sınıflar
zaten amaçlarına yarı yarıya ulaşmışlardır. Ardından
kitlelerin politikadan uzaklaşması, tarafsızlaşması ve hatta
karşı cepheye savrulması gelir. Bu tür kuşkuların uyanmaması
ve egemenlerin psikolojik savaşın unsuru olarak savurdukları
iftiraların kolaylıkla anlaşılması için, bizim eylem çizgimizin
açık ve net olması gerekir.
Bir
kere daha tekrarlıyoruz: Halka zarar veren, onları hedef seçen
bütün eylemler ağır birer suçtur. Hangi gerekçeyle olursa
olsun, halka yönelik bütün bombalama, molotof atma, kundaklama vb.
eylemler yanlış, gayrimeşru ve zararlıdır. İşe giden, okula
dersaneye koşturan, fabrikada, tarlada, büroda çalışan, yorgun
argın evine ulaşma telaşı içinde tıkış tıkış metroya veya
otobüse binen, köşedeki meyhaneye uğrayıp iki tek atan, çoluğu
çocuğuyla alışverişe çıkan, sinemaya giden, arkadaşlarıyla
buluşan, sevgilisiyle eğlenen, kafasını dinleyen masum insanları
öldürmek, yaralamak, yakmak, korkutmak, sindirmek faşist
kontrgerilla taktiğidir ve kim tarafından yapılırsa yapılsın
faşizme yarar. Bu tür eylemler hem felsefi açıdan, hem siyasal
açıdan kesinlikle reddedilmelidir. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 24, Mayıs Haziran
2008, "Diyarbakır Saldırısı Üzerine 8 Ocak 2008")
Dün
(8 Ekim 2008) toplanan TBMM Genel Kurulu'nda, Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin sınır ötesi harekât yapabilmesi için geçen yıl
hükümete verilen yetkinin 17 Ekim'den itibaren 1 yıl
uzatılmasını öngören Başbakanlık tezkeresi, 18 oya karşılık
497 oyla kabul edildi. Oylamada 17 DTP milletvekili ile ÖDP
milletvekili Ufuk Uras hayır oyu kullanırken, AKP, CHP, MHP, DSP,
BBP ve bağımsız milletvekillerinden oluşan blok 497 kabul oyu
verdi. 32 milletvekili ise oylamaya katılmadı.
Bu
kararla AKP iktidarı, militarist klik, burjuva muhalefet ve yatık
medya (hem Doğan medyası, hem Erdoğan medyası), egemen işbirlikçi
burjuvazinin bütün kanatlarının suç ortaklığıyla, toplumumuzu
zehirleyen, halkları birbirine kırdıran şovenist savaş
politikasına aynen devam edeceklerini ilan ettiler. Amerikan
emperyalizminin güdümü altında geçen yılki tezkereyle yapılan
sınır ötesi harekâtın Türk ve Kürt gençlerinin birbirlerini
öldürmesinden başka bir anlam taşımadığı, Aktütün bozgunu,
Altınova ve Adana olayları ile bir kez daha kanıtlanmışken, bu
politikada ısrar etmek affedilmez bir cinayettir.
Çeyrek
asırdır sürdürülen bu savaş sadece sömürücü egemenlere
ekonomik kaynak, siyasal ve askerî iktidar sağlıyor. Emperyalizm
ve kapitalizm kazanıyor, Türk ve Kürt halkları kaybediyor.
Etnik
kökeni, dili ve inancı ne olursa olsun işçiler ve köylüler,
aydınlar ve sade yurttaşlar, sosyalist ve devrimci partiler 24
yıldır sürdürülen kardeş kavgasının artık bitirilmesini
istiyor. Tezkere geri alınmalıdır. Savaş durdurulmalıdır. DTP
kapatılmamalıdır. Kürt kardeşlerimizin ulusal kimliğine saygı
gösterilmeli, genel af çıkarılmalı, Kürt dili ve kültürünün
üzerindeki yasaklara son verilmeli, savaşa ayrılan kaynaklar
işsizliğin ortadan kaldırılması, bölgenin kalkınması,
yoksulluğa son verilmesi için kullanılmalıdır.
Şovenist
savaş politikalarına son vermek, halkların dostluğunu savunmak,
barışı sağlamak için üzerimize düşen görevi elbirliğiyle
yerine getirelim. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 25, Ocak Şubat
2009, "Şovenist Savaş Politikasına Hayır! 9 Ekim 2008")
Ülkemizde
işçiler, köylüler, bütün emekçiler, kadınlar ve gençler,
Kürt halkı, Aleviler daha da güvenle sokağa çıkıyor,
taleplerini haykırıyor ve egemen sermaye düzenini geri adımlar
atmak, manevra yapmak zorunda bırakıyor. "Kürtçe TV" ve
"Alevi açılımı" bu manevraların birer ifadesidir. AKP ve
militarist klik gün geçtikçe daha çok teşhir oluyor. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 25, Ocak Şubat
2009, "2009 Yılına Umutla Giriyoruz! 31 Aralık 2008")
Türkiye'de
ise Çankaya savaşları ordu üst yönetimi ile AKP arasında büyük
uzlaşmayla sonuçlandı. Egemen güçler, yerleşik büyük sermaye
ile palazlanan yeni sermaye çevreleri kayıtsız şartsız
zenginleşmekte; sola düşmanlıkta; sendikal ve siyasal hakları
çiğnemekte; Kürt ulusal hareketini bastırmakta; sürekli savaş
politikasında
solu, Kürt hareketini, Alevi hareketini, kadın
hareketini, aydınları, ezilen halkları rejime bağlayacak içi
boşaltılmış açılımlara (Kürtçe TV, Nâzım Hikmet'e
vatandaşlık, Aleviler'in sırtını sıvazlama, 2008 Frankfurt
Kitap Fuarı'nda Misafir Ülke Türkiye kampanyası, 2010 Avrupa
Kültür Başkenti İstanbul kampanyası, Ermenilerden özür dileme
kampanyası vb.) cevaz vermekte anlaştılar. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 25, Ocak Şubat
2009, "Bu Dünyaya Katlanmak Zorunda Değiliz")
Liberal
solcuların AKP ve Fethullah aşkı, AB ve Obama gündemine oynama
merakı; ulusal solcuların Kemalizm ve Ergenekon aşkı; Kürt
hareketinin Kemalizm ve liberalizm arasında gidip gelmesi; hem
ABD'yi, hem AB'yi, hem Türk devletini, hem Kürt halkını ve
solu memnun etmeye çalışırken başının dönmesi, ilkeli ve
tutarlı siyasetin önünü tıkıyor. Gerçekçi politika yapma,
hızla sonuç alma adına girilen ilkesiz birlikler işçi sınıfının
ve müttefiklerinin egemenlerin tümünden bağımsız devrimci bir
odak olarak güç toplamasını engelliyor. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 25, Ocak Şubat
2009, "Bu Dünyaya Katlanmak Zorunda Değiliz" )
Düzenin
bütün allameleri Kürt sorununun çözümü için hep dağdaki
PKK'lileri aşağıya indirmekten, Kürtlere şiddet yöntemi
yerine parlamenter siyaset yöntemini benimsetmekten söz ederler.
Peki ne görüyoruz? DTP içinde siyaset yapan Kürt politikacılar
ve uzmanlar ülke çapındaki baskınlarla toplanıp hapse atılıyor.
Şiddetle alışverişi olmayan, şehirde politika yapan 51 DTP
yöneticisinin bir çırpıda tutuklanması, parlamenter siyaset veya
şiddet politikası konusunda Kürt halkına nasıl bir mesaj veriyor
acaba? Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP temsilcileri
"karşımıza sandıkta çıkın" diyerek DTP'ye meydan
okuyorlardı. DTP karşılarına sandıkta çıktı ve bölgede
devletin tam desteğine sahip AKP'yi açık arayla geride bıraktı.
Bunun üzerine Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, "DTP'liler
Ermenistan sınırına dayandı. Bu durum sadece AKP için değil,
bütün partiler için bir sorundur, millî bir tehdittir" demecini
patlatıverdi. DTP'nin kapatılma davasını, Kürt göstericilere
ateş açılmasını, taş atan çocukların "terörist" olarak
yargılanmasını, Kürt politikacıların sürekli aşağılanmasını
ve sudan nedenlerle ikide bir mahkemeye verilmesini de hesaba katın.
Genelkurmay
Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, 14 Nisan 2009'da yaptığı
"2008 yılını değerlendirme konuşması"nda Atatürk'ün
"Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti
denir" tanımlamasını anlatırken, "Eğer Atatürk'ün sözü
Türkiye halkı' yerine Türk' ifadesiyle yazılırsa işte
o zaman etnik ayrımcılık olur" yorumunda bulundu. (Fatih
Çekirge, "Orgeneral Başbuğ'dan tarihî açılım", Hürriyet,
14 Nisan 2009). Cumhuriyet tarihinin sözcük kuyumculuğuyla hiç
bağdaşmadığı açık olan uygulamalarını bir an unutsak bile,
Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerde hâlâ dağlara taşlara
yazılan "Ne mutlu Türküm diyene" sloganını, askerlerin,
polislerin şehirlerde geçit törenlerinde bu sloganı haykırarak
yürütülmelerini ne yapacağız? Bu gerçekler ışığında sözcük
kuyumculuğunun bir anlamı kalır mı? ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 26, Mayıs Haziran
2009, "Dipten Gelen Dalga")
Yerel
seçimleri kazanmasına rağmen önemli oranda oy kaybına uğrayan
AKP iktidarı, seçimlerin intikamını almaya girişti
14 Nisan
sabahı ise, Kürt bölgelerinde AKP'yi ağır yenilgiye uğratan
DTP yönetici ve üyelerinden 51 kişi yine baskınlarla gözaltına
alındı.
DTP
örgütüne ve belediyelerine yönelik baskınlarda genel başkan
yardımcıları Kâmuran Yüksek, Bayram Altun, Selma Irmak, Abdullah
Öcalan'ın avukatlarından Seracettin Irmak, Batman, Tunceli,
Kızıltepe, Diyarbakır belediyelerinden yetkililer, Gün TV'nin
genel yayın yönetmeni Ahmet Birsin, DEHAP eski genel başkanlarından
Mehmet Abbasoğlu gibi isimler Diyarbakır Emniyeti'ne götürüldü.
( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 26, Mayıs Haziran
2009, "İntikam Politikası")
DTP'ye
yönelik baskılar ise seçimin hemen ardından, Ağrı'da seçim
sonuçlarına itiraz eden göstericilere, Halfeti'de Öcalan'ın
doğum gününü kutlamak isteyen halk topluluğuna karşı şiddet
kullanılması ve kan dökülmesiyle başlayan intikam politikasının
devamı olarak gündeme geldi. Bu politika sadece AKP'nin değil,
Ergenekoncu çevrelerin de desteğiyle yürütülüyor. Türk
devletini, Irak kukla yönetimini ve Kürdistan bölge yönetimini
Amerikan emperyalizminin bölgesel politikaları doğrultusunda
uzlaştırarak Kürt ulusal hareketini ortadan kaldırma planının
parçası olarak uygulanıyor.
Emperyalizmin
ve işbirlikçi kapitalist egemenlerin işçi sınıfına, emekçi
halklara ve toplumsal muhalefete ortaklaşa saldırırken
birbirlerine karşı çeşitli ayak oyunlarına da başvurdukları,
at izinin it izine karıştığı karmaşık bir dönemden geçiyoruz.
Obama'dan, AKP Fethullah ortaklığından,
Kemalist ulusalcı milliyetçi cepheden veya
AKP Genelkurmay ortaklığından "özgürlük, demokrasi ve
barış" bekleyenler düpedüz hayal görüyorlar. İstifimizi
bozmadan ve sermayenin kanatlarından hiçbirinin yedeğine düşmeden
mücadeleyi soğukkanlı bir şekilde yürütmeye her zamankinden
daha çok ihtiyacımız var. ( Ürün
Sosyalist Dergi Sayı: 26, Mayıs Haziran
2009, "İntikam Politikası")