Cezaevleri köleci toplumlardan günümüz kapitalizmine kadar birer yönetim
aracı olarak kullanılagelmiştir. Hapishaneler binlerce yıldan beri egemenlerin
hükümranlıklarını temin ve tescil ettikleri yerler olmuştur. Kurulu düzene karşı
çıkan tüm muhalif kimlikler hapse atılarak cezalandırılmıştır. Bu durum günümüze
kadar pek bir değişikliğe uğramadan gelmeyi başarmıştır.
Egemen mülkiyet ilişkilerine ve hukuk kurallarına köktenci bir şekilde karşı
çıkan ve yeni bir toplumsal düzen talebinde bulunan sol siyasi mahkumlarla,
sosyal adaletsizler sonucu yaşamını "illegal" yollardan sürdürmek zorunda
kalanlar hapishanelerin değişmez misafirleri olmuşlardır. Özgürlükleri belli
süreler boyunca ellerinden alınan mahkumlar, atıldıkları hücrelerde veya
koğuşlarda kendi anlayışlarına uygun bir hayat tarzı geliştirmenin yollarını
aramışlardır.
Siyasi mahkumlar, bir zamanlar Tüm-Yargı-Sen başkanının da belirttiği gibi,
cezaevi idaresi açısından en sorunsuz mahkumlar grubunu oluşturur. İdare
açısından "sorun" olarak sayılan uyuşturucu, kumar, haraç gibi işler, zaten
siyasi mahkumların kendi iç kurallarıyla da bağdaşmadığı için gündeme gelmez.
Siyasi dergi ve gazetelerin engellenmeden verilmesi, görüşmelerde zorluk
çıkartılmaması, mahkemeye gidiş gelişlerde dayak olmaması gibi insani istekler
siyasi mahkumların yaşaması için yeterlidir.
Adli mahkumların kaldığı koğuşlarda ise faşist mafyanın egemenliği sürer.
Buralar, idarenin gözetiminde her türden yasadışı faaliyetin yürütüldüğü
yerlerdir. Dışarıdaki zorba yaşantılarını burada da sürdürmek isteyen faşistler,
özellikle müdür düzeyindeki idarecileri çoğunlukla parayla kendilerine
bağlayarak hapishaneleri birer rant kapısı haline getirmişlerdir. Bunlar hemen
hemen bütün olanaklara sahiptir. Özel görüşmelerini müdürlerin kendilerine
tahsis ettikleri makam odalarında yapmaktan tutun da canlarının çektiği kokoreci
yemek için makine getirtmeye kadar tüm istekleri derhal yerine getirilir.
Eylül ayı içinde hapishaneler iki kez gündeme geldi. Birinde İstanbul,
Bayrampaşa cezaevinde kalan iki farklı mafya grubu birbirine girdi. Olayda
makineli tüfek bile kullanıldı. Çetelerden birinin reisi -orada ne işi varsa-
ikinci müdürün odasında diğer reis tarafından öldürüldü. Onun dışında yedi
insan, ki birisinin mafyayla ilgisi yokmuş, aynı çatışmalarda öldürüldü.
Devletin bu duruma karşı tavrı, taraflara "itidal", soğukkanlılık tavsiye
etmekten öteye gitmedi. Resmi ağızlardan tarafların barışması için çağrı
yapıldı. Olayların daha fazla kan dökülmeden sona ermesi için tüm yetkililer
seferber oldu.
İkinci olay ise Ankara, Ulucanlar'da meydana geldi. Burada kalan siyasi
mahkumlar yıllardan beri boş tutulan yan koğuşu işgal ettiler. Gerekçeleri ise
40 kişilik koğuşlarda 120 kişi kalmalarıydı. Birinci olayda sakinleşme çağrısı
yapan yetkililer bu sefer içeride zaten tutsak durumda bulunan mahkumların
üzerine vahşice saldırdı ve 10 insanı katletti.
Eğer siyasiler yeni koğuşu aynen dışarıda yağmaya açılan araziler gibi yeni
bir uyuşturucu ve haraç yuvası kurmak için isteselerdi, bu istekleri derhal
yerine getirilirdi. Ama, insanca yaşamak için öne sürülen tüm talepleri gibi,
tek kişilik ranzada 3 kişi yatmak istememeleri de vahşice reddedildi ve tüm
medyanın desteğini alan özel görevlilerce üzerlerine saldırıldı.
Basınıyla, televizyonuyla, özel timiyle hepsi birden solcu mahkumların
üzerine çöreklendi. En iğrenç iftiralar, en uyduruk yalanlar bu saldırılar
sırasında kullanıldı. Ne mahkumların kimseye gösterilmeyen tünelleri kaldı, ne
kendi arkadaşlarına işkence yaptıkları sorgu odaları. Hürriyet'e bakılırsa
solcular saldırı öncesi silahlanmış ve kameralara poz vermişlerdi. Tabii,
Hürriyet alelacele bu yalanı uydururken siyasi mahkumların yaz sıcağında neden
paltolarla poz verdiğini açıklamayı da unutmuştu. Artık minareyi çalan kılıfını
hazırlamaya bile gerek duymuyor. Ne hukuk kuralları, ne basın ahlâkı. Her şey
aleni, her şey açıkta. Ta ki topu birden topyekün defedilinceye kadar.