Türkiye'de işbirlikçi egemen kapitalist sınıfa baktığımızda iki temel
kanat görüyoruz.
Bir tarafta, Fethullahçıların egemen olduğu TUSKON adlı patronlar
örgütü çevresinde toplanmış sermaye kesimi. Daha çok
Anadolu'ya dayanan, Kayseri, Konya, Denizli, Antep, Maraş, Van,
Diyarbakır, Bitlis, Ağrı gibi değişik yerlerde yoğunlaşmış,
ama artık Ankara, İzmir ve İstanbul'a da uzanmış, önemli
köprübaşları elde etmiş, epeyce irileşmiş bir sermaye kesimi.
Onun dışında MÜSİAD, daha geleneksel olan, bir kısmı AKP'ye,
bir kısmı Saadet Partisi'ne (SP) yakın sermaye güçleri.
Siyasal olarak AKP iktidarı, onunla ittifak hâlinde olan Fethullah
Gülen hareketi, bu güçlere doğrudan doğruya bağlı olan
Emniyet. Genelde dinsel tarikatlardan, cemaatlerden oluşan güçler.
Öbür tarafta, ekonomik alanda TÜSİAD çevresinde toparlanmış olan
büyük sermaye kesimi, İstanbul burjuvazisi diyebileceğimiz Koç,
Sabancı, Doğan gibi Türkiye'nin en önde gelen holding
patronlarını içeren bir sermaye kesimi. Bunlar Türkiye'nin daha
klasik burjuvaları. CHP ve MHP gibi klasik yerleşik burjuva
partileri onlarla ittifak hâlinde. Genelkurmay sözü edilen büyük
sermaye kesiminin siyasal temsilinde bugüne kadar önemli bir rol oynadı.
Gelişen sermaye kesimlerini temsil eden AKP Türkiye'nin yeni sağını
oluşturuyor. Geleneksel mukaddesatçı milliyetçi sağın en
uç noktalarında bulunanları toparlıyor; katı muhafazakâr,
dinci, gerici, karşı devrimci bir yapıyı esnek bir kabukla
sarıyor, eklektik bir yenilikçi, reformcu söylem benimseyerek
liberal aydınları kendisine eklemliyor. AKP geleneksel olarak
Necmettin Erbakan'ın önderlik ettiği MNP MSP Refah Fazilet
Partisi tarafından temsil edilen İslamcı siyasi hareketten,
siyasal İslamcı hareketten kısmen farklıdır. AKP, emperyalist
sistemin gereklerini, Amerikan emperyalizminin ve Avrupa
emperyalizminin, öncelikle de Amerikan emperyalizminin temel
isteklerini doğrudan doğruya kabul eden; yerleşik kapitalist
siyasal ekonomik sosyal sisteme, emperyalist boyunduruğa itirazı
kalmayan, bu sistemin kuralları içerisinde oynamayı kabul eden bir
çizgidir. Emperyalizme ve kapitalizme kölece itaat, Batı
egemenlerinin işbirlikçiliği onları emperyalist kodamanların
tanımıyla, "ılımlı İslamcı" ya da, aynı anlama gelmek
üzere, "eski İslamcı" yapıyor.
Bu bağlamda, AKP, iktidarının ilk dönemini oluşturan 2002 2007
arasında zaman zaman patlak veren gerilim ve çatışmalar dışında
ABD, AB ve TÜSİAD'la balayı yaşadı. Güç toplamayı esas
alan, adımlarını sakınarak atan, ihtiyatlı, uzlaşmacı, yaptığı
hamlelerde öngörüleri yanlış çıkmışsa derhâl geri adım
atan bir strateji izledi. Hatırlanacağı gibi, AKP iktidarı
2002'den 2007'ye kadar TÜSİAD ile çok iç içe girmişti. Bu
dönemde TÜSİAD çevrelerine, örneğin Koç grubuna, Sabancı
grubuna, Doğan grubuna, Doğuş grubuna çok önemli ekonomik
çıkarlar sağladı. TÜPRAŞ, POAŞ, çimento fabrikaları, Hilton
arazileri gibi büyük özelleştirmelerde kamu işletmelerini
İstanbul burjuvazisine peşkeş çekti, yağmalattı.
2007'ye doğru, cumhurbaşkanlığını kendisine bırakmak istemeyen
rakiplerine karşı başarılı hamleler yapan AKP, 2007 seçimlerini
kazandığı gibi cumhurbaşkanlığını da ele geçirdi. Türkiye'de
çok kritik rol oynayan cumhurbaşkanlığını Çankaya'yı
fethettikten sonra birçok devlet kurumunu kendi kontrolü altına
almayı başardı. Bu durum, 12 Eylül faşizminin yerleştirdiği
sistemin, 1982 Anayasası'nın öngördüğü yapının gereği
olarak ortaya çıktı. İlk olarak YÖK ele geçti, üniversiteler
düştü. Hükümet de, cumhurbaşkanlığı da elinde olduğu için
AKP'nin temsil ettiği sermaye kesimi, orduya karşı hukuksal
olarak çok daha güçlü bir pozisyona kavuştu.
Kendisi
için çok daha elverişli hâle gelen bu yeni ortamda AKP daha
farklı bir strateji izlemeye başladı. Emperyalist kapitalist
sistemin oyun kurallarına bağlılık çizgisinden sapmadan eski
sakıngan ve uzlaşmacı politikasını değiştirdi, ardı ardına
saldırgan ve gözü pek hamleler yapmaya başladı.
AKP,
siyaset hukuk alanında; emeğe, sola ve Kürt ulusal hareketine
karşı kurulan, savunma hakkını neredeyse toptan yok eden, bir
sürü anti demokratik kısıtlamayı içeren, demokratik hukuk
sistemine aykırı, doğal yargıç, doğal mahkeme ilkesini ayaklar
altına alan özel mahkemeleri kapitalist sınıfın ortak
düşmanlarına karşı kullanmakla yetinmiyor, kapitalist sınıf
içindeki kendi rakiplerine karşı da kullanıyor. Özel yetkili
mahkemeler artık ulusalcı milliyetçi, MHP CHP
doğrultusunda, Genelkurmay doğrultusunda hareket eden veya
edebileceği düşünülen çevreleri de eziyor. AKP sözü edilen
mahkemeleri ve TİB aracılığıyla kurduğu dinleme imparatorluğunu
seferber ederek orduyu ve yüksek yargıyı iyice hırpaladı, önemli
tasfiyeler gerçekleştirdi. Gözünü devletin bütün erklerini ele
geçirme, yekpare bir iktidar kurma hedefine dikti. Henüz bütünüyle
sindiremediği veya fethedemediği yüksek yargı kurumlarını,
Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi'ni, yargı erkinin atama
merkezi olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu yutma
hamlesini başlattı. Anayasa değişikliği işte böyle bir ortamda
ve böyle bir amaçla gündeme geldi.
AKP,
medya ve ekonomi alanında ise, daha önce işbirliği yaptığı
çevreleri adım adım tasfiye etmeye ve bunların yerine kendisine
bağlı güçleri geçirmeye başladı. Sistemi sorgulamadan sistemin
efendisi, baş aktörü olmaya soyundu. Bununla ilgili kimi örnekleri
hatırlayalım.
İlkin, Turgay Ciner'e ait Park Holding'in elinde bulunan Sabah
gazetesi ve ATV televizyonu gibi Türkiye'de medyada ikinci büyük
güç olan kurumlara el koydu. Bir süre sonra başka hiçbir
şirketin katılımına izin verilmeyen bir ihaleyle bu kurumları
Ahmet Çalık'a bağlı Çalık Holding'e, yani kendi
çevrelerinden bir patrona verdirdi. Bu medya grubunun başına
Erdoğan'ın damadı geçirildi. Çalık grubunun yeterli parası
yoktu. Devlete ait olan Vakıflar Bankası ile Halk Bank'tan çok
elverişli krediler bulundu. Katar emiri de gruba ortak edildi. Yani
AKP, devletin parasıyla kendi denetimine geçirdiği büyük bir
medya grubuna sahip oldu. Ayrıca, Fethullah Gülen medyası
güçlendirildi. AKP Gülen dayanışmasıyla yeni gazeteler ve
televizyonlar kuruldu. TRT, Erdoğan medyası, Gülen medyası,
Erdoğan Gülen medyası dev bir propaganda imparatorluğu
olarak kamuoyunu koşullandırmaya başladı.
İkinci
olarak, AKP, önceki dönemdeki gözdesi Aydın Doğan grubunu
zayıflatmaya, küçültmeye yönelik büyük bir saldırıya
girişti. Vergi denetimleri aracılığıyla gruba müthiş cezalar
yağdırdı. Doğan'ı elindeki gazete ve televizyonların bir
kısmını AKP doğrultusundaki gruplara satmak zorunda bırakacak
koşulları yaratmaya çalıştı.
Üçüncü olarak, yeni yatırımlarda kendisine, tarikatlara, cemaatlere yakın
şirketlere ayrıcalıklar tanıma politikası güttü. Rusya'yı
Samsun Ceyhan boru hattını yapımına "ikna etti" ve
onlara muhatap olarak Çalık grubunu dayattı. Rusya Cumhurbaşkanı
Medvedev'in Türkiye ziyaretinde ekonomi toplantılarını
düzenleme yetkisini Fethullahçı patronların örgütü TUSKON'a
bıraktı. Yani ekonomik ilişkilerde Rusya gibi büyük bir devletin
karşısına muhatap olarak kamuyu değil, özel sektörü; özel
sektörden de, büyük sermayenin yerleşik örgütü TÜSİAD'ı
ya da bütün burjuvazinin ortak örgütü Türkiye Odalar ve
Borsalar Birliği TOBB'u değil, TUSKON'u çıkardı. Bu sorumsuz
toplantıların sonucunda, bildiğiniz gibi, Rusya'ya Türkiye'de
nükleer reaktör kurma izni verildi. Halkın muhalefeti hiçe
sayılarak hepimizin kaderini, çocuklarımızın, torunlarımızın
geleceğini etkileyecek, doğayı mahvedecek, kapitalistlere tatlı
kârlar sağlayacak bir maceraya sürükleniyoruz.
Dördüncü
olarak, özelleştirme politikasına hız verdi ve bu
özelleştirmeleri yerleşik büyük sermaye gruplarını kendi
yanına çekmek veya tarafsızlaştırmak için kaldıraç olarak
kullandı. Doğal tekel niteliği taşıyan araç muayene, elektrik
ve doğalgaz dağıtım işini özelleştirdi. Halkın sırtından
kapitalist vurgunculara yeni ayrıcalıklar tanımaya devam ediyor.
Medya alanında da güçlü olan Karamehmet (Show TV Akşam),
Doğuş (NTV) ve Ciner grupları (Habertürk TV Habertürk
gazetesi) bu politikayla rotayı hükümete doğru çevirdi. Medya
alanının hâlâ en büyüğü olan rakip Aydın Doğan grubunun da
televizyon, radyo ve gazetelerinde yarı yarıya hükümet yanlısı
bir politika izlediği düşünülürse AKP'nin nasıl bir medya
gücünü arkasına aldığı görülebilir.
AKP,
iktidarının ikinci döneminde, dış politikada da daha cesaretli
adımlar atmaya başladı. ABD yönetimi içerisinde İsrail ve İran
politikaları konusunda yaşanan fikir ayrılıklarını abartarak
ABD'yi kızdırmadan ve ciddi bir siyasi maliyet ödemeden kolay
yoldan büyük bölgesel oyuncu olarak ortaya çıkabileceğini
düşündü. İlkesel bir tutumdan, ezilen halklarla dayanışma
gereğinden değil, ABD'yle İsrail arasındaki nüanslardan
hareket etme kurnazlığına başvurdu. Tarihinin en gözü dönmüş
yönetimi altında çürüyen ve yalnızlaşan işgalci İsrail'e
karşı söylemini gitgide sertleştirdi. Gazze'nin ve Hamas'ın
hamisi olarak göründü. Yine ilkelere, tutarlı bir barış
kavramına değil, Obama'nın İran'ı köşeye sıkıştırmayı
amaçlayan içtenliksiz mektubuna dayanarak Brezilya'yla birlikte
İran konusunda arabuluculuğa soyundu. Bu kadar yıldır ABD'ye
sunduğu hizmetlerin her iki konuda kendisine sağlam bir manevra
alanı sağladığını varsaydı.
AKP,
bu doğrultuda, Gazze ablukasını kırmayı amaçlayan Mavi Marmara
seferini düzenledi ama İsrail'in 9 barış gönüllüsünü göz
göre göre katleden vahşi saldırısıyla sendeledi. Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki oylamada İran'a uygulanan
ambargonun genişletilmesine karşı oy kullandı fakat ABD'den ve
Avrupa'dan gelen küstahça azarlar karşısında daha da bocaladı
ve paniğe kapıldı.
ABD'nin Avrupa ve Avrasya İşlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı
Philip Gordon, açık açık, "Türkiye NATO'ya, Avrupa'ya ve
ABD'ye bağlı olduğunu ispat etmelidir" dedi. AKP, bağımsız
ve onurlu bir ülke yönetiminin asla kabul edemeyeceği bu
aşağılamayı sineye çekti. Amerikan ve Avrupa medyası ile
Türkiye'deki uzantılarının "Türkiye'nin ekseni mi kaydı?",
"Türkiye'yi kim kaybetti?" tartışmalarına, ekseniniz
batsın; biz eşya değiliz ki kaybedilelim; aklı, iradesi olan bir
özne, özgür, bağımsız ve egemen bir ülkeyiz; biz efendi
tanımayız, hiçbir devlete veya örgüte bağlılığımızı ispat
etme gibi bir derdimiz olamaz gibisinden bir yanıt bile veremedi,
"hayır, eksenimiz kaymamıştır, bu bir iftiradır" demekle
yetindi. Aynı şekilde, haydutluğa ve katliama boyun eğdi, İsrail
ordusunun öldürdüğü yurttaşlarının hesabını soramadı. Tek
yaptığı, İsrail ve ABD'yle ilişkilerini düzeltmek için
ABD'ye heyet üstüne heyet göndermek, onlara bağlılık yemini
etmek ve "yanlış anlamaları giderecek adımlar" atacaklarına
dair teminat vermek.
Ne
var ki, bu teminatlara rağmen, Amerikan ve Avrupa medyasında
yıllarca AKP hükümetini "ılımlı İslamcı hükümet" olarak
niteleyen ve övgülere boğan uzmanların artık düpedüz "İslamcı
hükümet" tanımını kullanmaya başladıkları, "AKP yanlış
yolda yürüyor" dedikleri görülüyor. ABD yönetimi Türkiye
konusunu tartışmaya açtıklarını, bu alanda yeni bir
değerlendirmeye ihtiyaç duyduklarını açıklayarak AKP'nin
kulağına kar suyu kaçırıyor.
Oysa
bu arada AKP yönetimi Anayasa değişikliği paketini parti
kapatmayı zorlaştıran madde dışında Meclis'ten geçirmeyi
başarmış ve referandum sürecini başlatmıştı. Üstelik,
Anayasa paketinin oylandığı 6 Mayısı 7 Mayısa bağlayan gece
CHP'yi kargaşaya sürükleyeceği öngörüsüyle CHP Genel
Başkanı Deniz Baykal'ın meşhur kaseti internete düşürülmüş,
Deniz Baykal istifa etmek zorunda bırakılmıştı. [Gerçi bu oyun
AKP'nin umduğu sonucu vermedi; CHP'nin ve Doğan medyasının
başarılı manevrasıyla tersine çevrildi. Kemal Kılıçdaroğlu'nun
tek aday olarak başkanlığa getirilmesiyle CHP canlanma sürecine
girdi.] AKP'nin işçi ve emekçi düşmanı kapitalist zulmünü
açığa vuran ve bu yönüyle AKP'yi iyice yıpratan Tekel
direnişi ve Tekel direnişine destek eylemleri de
etkisizleştirilmişti. Gazze ve İran konularında kazanılacak dış
politika başarılarıyla seçmen desteğinin zirveye çıkacağı,
referandumda kazanılacak bir zaferin ivmesiyle, yaklaşan genel
seçimlerde ve hemen ardından yapılacak cumhurbaşkanlığı
seçiminde AKP'nin mutlak iktidarının sağlanacağı
düşünülmüştü. AKP böylece kapitalist egemenlerin iktidar
çatışmasında son noktayı koymuş olacaktı.
Şimdilik
AKP'nin iç politikada epeyce başarı sağlayan yeni stratejisinin
dış politikada aynı başarıyı yakalayamadığı ve AKP'nin bu
alanda geri adım atmak zorunda kaldığı görülüyor.
AKP ile kapitalist egemenlerin rakip kesimi arasındaki mücadelenin
sonucu, iç etkenlerin yanı sıra, doğrudan doğruya ABD ve Avrupa
Birliği'nin tutum ve hesaplarına bağlıdır. Biz ülkenin kaderinin iç ve dış egemenler tarafından değil; egemenlerden bağımsız olarak işçi sınıfı hareketinin, yoksul köylü hareketinin, Kürt ulusal hareketinin, Alevi hareketinin, gençlik hareketinin, kadın hareketinin, bütün sömürülen ve ezilenlerin
kurtuluş hareketinin kaynaşmış devrimci mücadelesiyle belirlenmesi için üzerimize düşen görevleri yapmaya devam edeceğiz.