Kitap Dizisi:3 |  ÜRÜN |
TÜSİAD HÜKÜMETİNDEN MÜSİAD HÜKÜMETİNE

    Geçen sayımızda yaptığımız siyasal değerlendirmede şunlar yer almıştı: "Silahlı Kuvvetler tarafından karşıya alınan; en büyük holdinglerin örgütü TÜSİAD'la kavgaya tutuşan; Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği; Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu, Türk-İş ve DİSK tarafından istifaya davet edilen; iki büyük medya grubuyla kanlı bıçaklı olan ve büyük ortağının 'laik cumhuriyete aykırı faaliyetlerin odağı haline geldiği ve ülkeyi bir iç savaş ortamına sürüklediği' gerekçesiyle kapatılması süreci başlatılan Refahyol hükümetinin ayakta kalması artık imkânsız görünüyor. Amerikan emperyalizminin, Türkiye'ye biçtiği role ilişkin olarak bir süre 'ılımlı İslam' ve 'laik Kemalizm' politikaları arasında ikircim göstermesinden sonra yeniden Kemalizme meyletmeye başlaması Refahyol için denizin bittiği anlamına geliyor." (Ürün, Haziran 1997, sayı 2, s. 4)



    Gerçekten de Refahyol hükümeti çok kısa bir süre sonra, 18 Haziran 1997'de istifa etmek zorunda kaldı. Cumhurbaşkanının desteği ile özellikle DYP'den ayrılma furyasına CHP'nin dıştan desteği eklenince Mesut Yılmaz'ın başbakanlığında kurulan ANAP-DSP-DTP hükümeti güvenoyu aldı. Oltan Sungurlu, Eyüp Aşık, Necdet Menzir, Mustafa Taşar, Murat Başesgioğlu, Güneş Taner, İsmet Sezgin, Bülent Ecevit gibi ünlü isimlerin içinde bulunduğu sağcı hükümet bir yandan "irticaya karşı 8 yıl eğitim seferberliği"nin bayraktarlığını yaparken bir yandan da ağır zamları birbiri ardına sıralamaya başladı.
    Hükümet 8 yıl eğitim yasasını uzun bir maratondan sonra çıkardı. Ancak hükümetin zorunlu din derslerini kaldırmak şöyle dursun, din eğitimi ve öğretimini yaygınlaştırmak niyetinde olduğu daha hükümet programında belli olmuştu. Durmadan laiklik yeminleri edilmesine rağmen laikliğin gerektirdiği yalın önlemlerin alınması -yani din ile devlet, din ile eğitimin birbirinden kesin olarak ayrılması, vicdan özgürlüğüne açıkça aykırı olan zorunlu din derslerinin eğitim programından çıkarılması, diyanet işleri başkanlığının lağvedilmesi, din işlerinin devletin kesin olarak dışında cemaatlerin kendilerine bırakılmasına yönelik bir politikanın benimsenmesi ve uygulanması- düşünülmedi bile. Müfredatın bilimsel, laik ve emeğe saygılı bir içeriğe kavuşturulması, eğitim ve öğretimin bütünüyle parasız olması, irtica kurumlarına yönelişin temel kaynaklarından birini kurutmak üzere öğrencilerin yiyecek ve giyeceklerinin, barınmalarının, ders kitap ve gereçlerinin bedava sağlanması için kaynak sağlamak amacıyla bankaların ve holdinglerin ağır oranlarda vergilendirilmesi ve kamulaştırılması yerine bütün yük insafsız zam ve vergilerle emekçilerin sırtına bindirildi. Üstelik açılan bağış kampanyasıyla kamu kaynaklarını talan ederek bizi bugünkü çıkmazlara getiren sömürü suçlularının "hamiyetli iş adamı" pozuna bürünmeleri sağlandı.
    Sağcı iktidar ağzımıza bir parmak bal çalarken bir fıçı zehri gırtlağımıza boca ediyor. 8 yıl için eğitim seferberliği açıp irticayı önleme görüntüsü altında, işçi ve emekçilerin direnişi sonucunda küreselleşmeci kapitalist özelleştirme ve vurgun programında ta Özal zamanından beri yarım kalan bütün adımları atıyor. Bir şantaj politikası güdüyor, 8 yılın diyeti olarak bütün bu adımlara razı olmamızı istiyor.
    TÜSİAD oligarşisinin gözdesi, Özal'ın meşhur prensi ve şimdiki hükümetin ekonomiden sorumlu devlet bakanı Güneş Taner aslında herşeyi açık açık söylüyor: "Dünyada sermaye kâr maksimizasyonu, hammadde ve işçilik ucuzluğu ile tam serbesti arıyor. Amacımız bunları sağlamaktır. Öncelikle 6224 sayılı Yabancı Sermaye Kanunu ortadan kaldırılacak. Teşvik sistemi değişecek. Yerli ve yabancı yatırımcıların tümüne ister kira, ister satış yoluyla arazi tahsis edilecek, 5-10 yıl vergi istisnası getirilecek, teknoloji yüksek ürün ithalatlarında yüzde 100 gümrük vergisi istisnası verilecek. Bir destek sistemi getirilecek". (Milliyet, 19 Ağustos 1997, s. 7) Üstelik Güneş Taner bu "sermayeye cennet" programını çok beğenen İMF'nin hükümete destek mektubu gönderdiğini övünerek açıklıyor.
    Yani ekonomiden sorumlu bakanın açıklamasına göre Türkiye yerli ve yabancı sermaye için dikensiz gül bahçesi haline getirilecek, işçilerin ücretleri ve küçük üreticilerin ürün fiyatları asgari seviyeye indirilirken, yerli ve yabancı kapitalistlerin kârları azamileştirilecek. Kısacası, Umur Talu'nun sözcükleriyle sermayenin kârları maksi, işçilerin ücretleri mini olacak! (Milliyet, 20 Ağustos 1997, s. 4)
Bu programın gereği olarak sağcı iktidar stratejik kamu işletmelerini özelleştirme, SSK'yı ve diğer sosyal güvenlik kuruluşlarını kuşa çevirme, emeklilik yaşını daha da yükseltme, sağlık hizmetlerini özelleştirme, işçilerden ve memurlardan kesilen zorunlu tasarrufları ve bunların nemalarını gaspetme doğrultusunda büyük bir hücuma hazırlanıyor. Hatta iktidar Boğaziçine üçüncü köprü yapmak gibi arsa spekülatörlerinin, otomotiv, petrol, lastik ve inşaat tekellerinin kârlarına kârlar katarken İstanbul'un trafiğini, şehir dokusunu ve doğayı daha da mahveden bir projeyi insanda tiksinti uyandıracak bir pişkinlikle yeniden ısıtıp programa alıyor. Bu iktidar irticaya karşı ulusal bir mutabakatın değil, İMF'nin ve TÜSİAD oligarşisinin iktidarıdır.
    İktidarın işçi ve emekçilerin kazanımlarına yönelik büyük bir saldırıya hazırlandığı böylesi bir dönemde DİSK'in, Türk-İş'in ve Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonunun sermaye örgütleri ve yüksek bürokrasi ile birlikte "Ekonomik ve Sosyal Konsey"de yer alması emeği ile yaşayan insanları savunmasız bırakan inanılmaz bir gaflet olmuştur.
    Öte yandan Lale Sarıibrahimoğlu'nun haberine göre Türkiye "silahlanmaya 3 katrilyon" ayırıyor. Bu muazzam kaynak ABD'den Standard füzeleri, Güney Kore'den MK-82 tipi uçak bombası, Rusya'dan 30 çıkarma botu alımında ve İngiltere'yle ortaklaşa kısa menzilli Rapier füzeleri üretimi için kullanılacak (Cumhuriyet, 22 Ağustos 1997). Tabii iktidarın barış treni girişimi gibi sembolik bir eylem karşısında böylesine celallenmesi ve bu girişimi durdurmak için uluslararası bir diplomasi kampanyası başlatması silahlanmayla bu kadar meşgul oluşu dikkate alındığında yerli yerine oturuyor.
    Militarizmin Türkiye'ye kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Amerikan stratejik planlarının bir öğesi olmayı kabul etmek, petrol oltasına kapılarak Ortadoğu ve Kafkasya'da İsrail'le ittifak kurmak ve Suriye, Filistin, İran ve Rusya'ya karşı bir pakt arayışına girmek batakta sonuçlanacak bir maceradır.
    Mecliste 8 yıl görüşmeleri sürerken yapılan komisyon toplantısında özellikle ANAP'lı ve DSP'li iktidar milletvekillerinin olumsuz davranışı sonucunda Mehmet Ağar ve Sedat Bucak gibi Susurluk dosyasındaki iki kilit ismin dokunulmazlıklarının kaldırılması reddedildi. Oluşan tepkiler karşısında hükümet konuyu yeniden ele alacağını söylediyse de meclis konuyu ele almadan tatile girdi. Böylece çetelerin, yolsuzlukların ve hukuk dışı her hareketin üzerine gideceğini iddia eden iktidarın sözünü tutmadığı görüldü. Üstelik bu olaylar sürerken Ecevit'in mutemet adamı devlet bakanı Hüsamettin Özkan'ın Mehmet Ağar'ın yakın dostu olduğu ortaya çıktı. Çete bağlantılarının, karanlık ilişkilerin bürokrasi ve sermaye örgütlerinin yanısıra yerleşik bütün partileri saran sistemsel bir olgu olduğu bir kez daha kanıtlandı.
    Refah Partisiyle doğrudan bağlantılı kadroların yerine başta İçişleri Bakanlığı olmak üzere birçok bakanlıkta bu kez MHP'yle doğrudan bağlantılı kadroların getirilmesi, Metin Göktepe duruşması ve Barış Treni olaylarında faşist ülkücülerin baskı önlemlerini kışkırtan provokatör olarak kullanılması önemli göstergelerdir.
    Bütün bunlardan anlaşıldığı kadarıyla iktidarın ve ardındaki sermaye çevreleri ile yüksek bürokrasinin irticayla esaslı bir sorunu yoktur. Bu çevrelerin sorunu Refah'ın ve MÜSİAD'ın tekeller oligarşisinin çıkarlarına ters düştüğü ölçüde sınırlanması ve kırpılmasından ibarettir. Önceliğin ve ağırlığın kendilerinde olması şartıyla irticaya güneşin altında bir yer vermeye razıdırlar. İrticaya karşı alt kademelerden kaynaklanabilecek daha radikal olası eğilimleri budamak kaygısıyla Cumhurbaşkanına ve ANAP yönetimine yakın sözcülerin ve sermaye medyasının "batı çalışma grubunun çalışmalarına son verilsin" talebini dillendirmeleri bunun işaretidir. Tabii İkinci Dünya Savaşı sonundan beri egemenlerimizin dinci gericiliği kullanma ve geliştirme politikasının irticanın baş tehlike olarak ilan edilmesiyle sonuçlandığı düşünülürse bu politikanın ne işe yarayacağı meraka değer. Bu konuda bir iç çekişmenin sürdüğü anlaşılıyor.
    Hükümetten düştükten sonra stratejisini tamamıyla anti-sol, anti-komünist ve anti-ateist bir platforma oturtan, Metin Göktepe'nin katillerine bile açıkça sahip çıkacak kadar her türlü faşist ve gerici çevreyle kol kola giren ve provokasyonlar tezgahlayan Refah Partisini "demokratik" bir güç sayarak destekleyen, kapatılmasına karşı çıkılmasını savunan liberallerin bu gelişmelerden ne ölçüde ders aldıklarını bilmiyoruz. Ancak, Erbakan'ın Fransa'nın ırkçı-faşist Ulusal Cephe partisinin lideri Le Pen'le gizlice saatler boyunca görüşmesi, bu görüşmenin yapıldığı açığa çıkınca da Refah sözcülerinin "Le Pen milliyetçi karakterde büyük bir politikacıdır", "dünya çapında önemli liderlerin görüş alışverişinde bulunması tabiidir" demeleri liberal aydınlarımızın ayaklarını artık suya erdirmelidir. Refah'ın dostları her yerde faşistler, ırkçılar ve gericilerdir.
    İşçi sınıfının karşı cephedeki farklılıkları dikkate alan, nüansları gözden kaçırmayan ama kendi yolunda yürümeyi esas alan esnek ve ilkeli bir yol planına ihtiyacı var. MÜSİAD'ın veya TÜSİAD'ın peşine takılmak bizim işimiz değil.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Merhaba
 Yaşasın 15–16 Haziran!
 TKP Yaşıyor, Savaşıyor
 Yeni Ergenekon Gözaltıları
 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde Komünist Tutum
 Bu Dünyaya Katlanmak Zorunda Değiliz
 Merhaba
 TKP'liler Buluşuyor 15'leri Anma Etkinliği
 2008 Gündeminden
 Çankaya'nın Rövanşı
 Merhaba
 Burhan Şenatalar ve ÖDP Gerçeği
 DİSK Nereye?
 Bugün ve Yarın
 Merhaba