Ülke ve dünya gündeminde yer alan önemli konulara ilişkin olarak
Ürün'ün çeşitli tarihlerde yaptığı değerlendirme ve açıklamaları
sunuyoruz.
Şovenist Savaş Politikasına Hayır!
9 Ekim 2008
Dün (8 Ekim 2008) toplanan TBMM Genel Kurulu'nda, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sınır ötesi harekât yapabilmesi için geçen yıl hükümete verilen yetkinin 17 Ekim'den itibaren 1 yıl uzatılmasını öngören Başbakanlık tezkeresi, 18 oya karşılık 497 oyla kabul edildi. Oylamada 17 DTP milletvekili ile ÖDP milletvekili Ufuk Uras hayır oyu kullanırken, AKP, CHP, MHP, DSP, BBP ve bağımsız milletvekillerinden oluşan blok 497 kabul oyu verdi. 32 milletvekili ise oylamaya katılmadı.
Bu kararla AKP iktidarı, militarist klik, burjuva muhalefet ve yatık medya (hem Doğan medyası, hem Erdoğan medyası), egemen işbirlikçi burjuvazinin bütün kanatlarının suç ortaklığıyla, toplumumuzu zehirleyen, halkları birbirine kırdıran şovenist savaş politikasına aynen devam edeceklerini ilan ettiler. Amerikan emperyalizminin güdümü altında geçen yılki tezkereyle yapılan sınır ötesi harekâtın Türk ve Kürt gençlerinin birbirlerini öldürmesinden başka bir anlam taşımadığı, Aktütün bozgunu, Altınova ve Adana olayları ile bir kez daha kanıtlanmışken, bu politikada ısrar etmek affedilmez bir cinayettir.
Çeyrek asırdır sürdürülen bu savaş sadece sömürücü egemenlere ekonomik kaynak, siyasal ve askerî iktidar sağlıyor. Emperyalizm ve kapitalizm kazanıyor, Türk ve Kürt halkları kaybediyor.
Etnik kökeni, dili ve inancı ne olursa olsun işçiler ve köylüler, aydınlar ve sade yurttaşlar, sosyalist ve devrimci partiler 24 yıldır sürdürülen kardeş kavgasının artık bitirilmesini istiyor. Tezkere geri alınmalıdır. Savaş durdurulmalıdır. DTP kapatılmamalıdır. Kürt kardeşlerimizin ulusal kimliğine saygı gösterilmeli, genel af çıkarılmalı, Kürt dili ve kültürünün üzerindeki yasaklara son verilmeli, savaşa ayrılan kaynaklar işsizliğin ortadan kaldırılması, bölgenin kalkınması, yoksulluğa son verilmesi için kullanılmalıdır.
Şovenist savaş politikalarına son vermek, halkların dostluğunu savunmak, barışı sağlamak için üzerimize düşen görevi elbirliğiyle yerine getirelim.
AKP'nin Yeni Hamlesi
10 Temmuz 2008
AKP iktidarı 1 Temmuz 2008 sabahı, tam da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın Anayasa Mahkemesi'nde AKP'nin kapatılması davasında sözlü mütalaasını sunacağı gün rol çalarak Ergenekon davasında yeni bir gözaltı dalgası başlattı.
Eski Jandarma Genel Komutanı ve Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Orgeneral Şener Eruygur, Eski Ege Ordu ve 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay, Tercüman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ufuk Büyükçelebi, emekli Tümamiral İlker Güven, emekli Albay H. Atilla Uğur'un da içlerinde bulunduğu 21 kişi polisin sabah baskınlarıyla toplandı; emekli Tuğgeneral Levent Ersöz ile eski AKP milletvekili Turhan Çömez ise yurt dışında bulundukları için yakalanamadı.
Sorgulardan sonra başta Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Sinan Aygün, H. Atilla Uğur olmak üzere 10 kişi tutuklanarak F tipi cezaevlerine konuldu. Mustafa Balbay, Ufuk Büyükçelebi ve İlker Güven dahil 11 kişi ise serbest bırakıldı.
Bir tarafta AKP, Emniyet, MÜSİAD ve TUSKON ile Fethullahçı medyadan oluşan Nakşibendi-Nurcu kanadın, öteki tarafta CHP, Türk Silahlı Kuvvetleri, yüksek yargı çevreleri, TÜSİAD, Doğan, Karamehmet ve Ciner medyasından oluşan Kemalist kanadın bulunduğu egemen kapitalist sınıf içi kavgada her yolun mubah sayıldığı bir aşamaya gelindiğini daha önce belirtmiştik. Düşünün, sermaye dünyasının kilit bir ismi ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Ordu Komutanlığı yapmış, rejimin en hassas mevkilerinde bulunmuş, sola ve Kürt ulusal hareketine karşı savaşta görev yapmış, bütün devrimci ve yurtsever muhalefet örgütlerini "terörist" sayan ve "teröristleri" kırmak için F tipi hapishaneleri savunmuş iki emekli orgeneral ve ekipleri "Ergenekon terör örgütünü yönetmek" ve "darbe düzenlemek" suçlamasıyla, devrimciler ve toplumsal muhalefet için tasarlanmış F tipi hapishanelere atıldılar.
Nakşibendi-Nurcu kanat, önce bu Ağustos'ta Genelkurmay Başkanlığına atanmayı bekleyen Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ'u Kudüs'te Musevilerce kutsal sayılan Ağlama Duvarı önünde dua ederken gösteren fotoğrafı yayınlattı, ardından da Genelkurmay karargâhından ele geçirdiği Lahika-1 kodlu "Bilgi Destek Planı ve Faaliyet Çizelgesi" başlığını taşıyan siyaset belgesini ve Dağlıca baskınının önceden bilindiğini gösteren belgeleri ifşa etti. Böylece Genelkurmay Başkanlığı'na atanması için Bakanlar Kurulu kararnamesine ve Cumhurbaşkanı'nın imzasına ihtiyacı olan İlker Başbuğ'u köşeye sıkıştırdı.
Emekli orgenerallerin ve ekiplerinin AKP'ye teslim edilmesi, 24 Haziran 2008 gecesi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile İlker Başbuğ arasındaki baş başa görüşmede Başbuğ'un atanmasına olası yeşil ışık yakılmasının bedeli olarak değerlendirilebilir. Eruygur ve Tolon'un Silahlı Kuvvetler içinde bulundukları dönemde bugünün ordu üst yöneticileri Yaşar Büyükanıt-İlker Başbuğ ekibinden ayrı bir ekip olmaları da bu bedelin ödenmesini kolaylaştırmış olmalıdır.
AKP bu hamlesiyle bir yandan kendisini kapatmak isteyen Kemalist rakiplerine gözdağı veriyor ve Kemalist kanadı bölüyor, bir yandan da kendisini "askerî darbelere karşı demokrasi savunucusu" olarak göstermeye ve böylece sömürücü ve baskıcı politikaları nedeniyle kendisinden uzaklaşma eğilimine giren halk kesimlerini etrafına toplamaya çalışıyor.
Kemalist kanat ise, AKP'ye karşı kapatma davasının açılmasıyla kazandığı moral üstünlüğünü Anayasa Mahkemesi'nin 5 Haziran'da başörtüsü/türbana ilişkin anayasa değişikliklerini iptal etmesiyle daha da pekiştirmiş ve AKP'nin kesin olarak kapatılacağı beklentisi içine girmişken gelen ve emekli de olsalar "dokunulmaz" sayılan elemanlarının üstelik ordu üst yönetiminin ses çıkarmamasıyla içeriye alınmasının moral bozucu etkisini gidermeye çalışıyor. Kendisini "laik cumhuriyetin koruyucusu" olarak göstererek toplumsal muhalefeti ve halk kitlelerini seferber etmeye çalışıyor. AKP'nin kurucularından eski Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener'in yeni parti girişimiyle de Nakşibendi-Nurcu kanadı bölmeye çalışıyor.
AKP'nin en önde gelen medya kalemşorlarından Mustafa Karaalioğlu, Anayasa Mahkemesi'nin başörtüsü/türban kararından sonra yazdığı "Söz Bitti, Sözleşme Bozuldu" adlı makalesinde şöyle diyordu: "Anayasa Mahkemesi'nin anayasayı çiğnediği bir ülkede artık kimsenin hukuka riayet etmesini bekleyemezsiniz. Hukukçular bunu yapabildiğine göre, sıradan insanlar da hukuk tanımayabilir; kim ne diyebilir ki! Kimse şaşkınlığını bilgisizliğine yormasın. Bu ülkede bir oyun oynanmıyor; aksine her şey çok açıktır. Açık olan bir savaşın başladığıdır. Anayasal sistem artık ortak bir yükümlülüğün ve düzenlemenin adı değildir. Hukuk, AK Parti'ye karşı siyaset savaşının, topluma karşı düşmanlık ve kinin koçbaşıdır. Bu savaşı kutsallaştıranlar için hukuk bir araçtır; savaşı kazanmak için bazen koltuk değneği bazen tank mermisidir." (Star gazetesi, 6 Haziran 2008)
"Açık olan bir savaşın başladığıdır" saptaması her iki kanat için geçerlidir. Her iki taraf da hukuk tanımaz her yöntemi bu savaşta araç olarak kullanmaktadır. Psikolojik savaş, gizli dinlemeler, baskı, şantaj ve tehdit, ekonomik ve siyasi rüşvet her gün gözlerimizin önünde sergileniyor.
Ne var ki, kapitalist soygunculuğu, emperyalist işbirliğini, kirli savaşı, şovenizmi ve militarizmi, halklara düşmanlığı paylaşanların ve bu konularda birbirleriyle çok rahat işbirliği yapanların kanlı iktidar kavgası ciddi bir davaya dayanmıyor. Bağımsızlık, laiklik, demokrasi, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adalet açısından egemen kapitalist sınıfın her iki kanadının da sicili birbirinden berbattır.
AKP'nin bu yeni hamlesinin kendi açısından ne ölçüde işe yarayacağını göreceğiz. Arkasındaki büyük iç ve dış desteğe rağmen, elindeki yasal yetkileri (cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, parlamento, merkezî ve yerel idare) darbelerin gerçek ve potansiyel kaynağına karşı ilkeli ve dürüst biçimde kullanma cesaretini gösteremeyen AKP 3 Temmuz'da Anayasa Mahkemesi önünde sözlü savunmasını yaptı.
Öte yandan, Kemalist kanat da, ordunun ve yüksek yargı bürokrasinin elindeki fiilî gücün ve resmî ideolojinin kendisine kazandırdığı yasallığı aşan yetkilerin, rejimin stratejik noktası olan Çankaya kalesinin düşmesinden sonra yasal sistemin ödünsüz işletilmesiyle elden gidebileceğini hesaplıyor. Zaten Anayasa Mahkemesi'nde AKP'ye karşı kapatma davasının açılması da bu hesaba dayanıyordu.
Eylül 2007'de yürürlüğe konulduğu bildirilen Lahika-1 kodlu siyaset belgesi (bkz. Taraf gazetesi, 20 Haziran 2008) Genelkurmay'ın Çankaya'nın kaybından sonra oluşturduğu yeni stratejiyi kapsamlı biçimde ortaya koyuyor. Bu strateji gereğince "yeni anayasa" girişimini başarıyla püskürten, AKP'nin başörtüsü/türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını öngören anayasa değişikliğini AKP'nin kapatılması yolunda elverişli bir fırsata dönüştüren Kemalist kanadın Anayasa Mahkemesi eliyle AKP'yi kapatmayı ve Çankaya kalesini bir şekilde geri almayı başarıp başaramayacağını da yakında göreceğiz.
Anayasa Mahkemesi'nin kararı ve Ergenekon davasının sonucu ne olursa olsun, egemenlerin Çankaya savaşının devam edeceğini öngörebiliriz. Savaş sürerken verilebilecek karşılıklı ödünlerin sadece birer mola olarak kalacağını da şimdiden söyleyebiliriz.
Geçici Ateşkes Kararı
31 Temmuz 2008
Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın AKP'nin kapatılması ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eski Meclis Başkanı Bülent Arınç olmak üzere 71 AKP'linin siyasetten yasaklanması talebiyle açtığı davayı 30 Temmuz 2008 günü karara bağladı. Mahkemenin 6 yargıcı kapatmadan yana oy kullandı, 5 yargıcı ise kapatmaya karşı çıktı ve böylece kapatma için gereken 7 oy bulunamadığı için AKP'nin kapatılması reddedildi. Yapılan ikinci oylamada 10 üye AKP'nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği, ancak bunun kapatmayı gerektirecek kadar ağır bir nitelik taşımadığı gerekçesiyle AKP'nin 2008 yılı için aldığı hazine yardımının yarısının kesilmesine karar verdi. Bu kararla AKP kapatılmadığı gibi, hiçbir üyesi de siyaset dışı bırakılmadı.
Anayasa Mahkemesi'nin kararı, egemen sınıf içinde Kemalist kanat ile Nakşibendi-Nurcu kanat arasındaki kıran kırana iktidar kavgasında geçici bir uzlaşmayı, bir ateşkesi temsil ediyor. Kemalist kanat sonuçta AKP'yi kapatamadı ama onun laikliğe karşı odak olduğunu tescil ettirdi. Nakşibendi-Nurcu kanat ise sonuçta davanın toptan reddedilmesini sağlayamadı ama hükümeti ve cumhurbaşkanlığını elinde tutmayı başardı.
Karar egemenlerin her iki kanadının da şu anda rakibine kesin darbeyi vurmaktan aciz olduğunu gösterdi. Kirli çamaşırları ifşa etme, baskı, şantaj, rüşvet, ihbar, ele verme, ihanet, tutuklama, cinayet ve katliam gibi yöntemlerin vicdansızca kullanıldığı iktidar kavgasında, ilkesiz ve hukuksuz dalaşma ve ödünleşme devam ediyor. Her ne pahasına olursa olsun hızla zenginleşmeyi ve emekçi halkları sömürgeci efendi mantığıyla sömürmeyi ve ezmeyi kendine yaşam kılavuzu bellemiş düşman kardeşler boğuşmaktan asla vazgeçmezken pelteleşmiş bir halde birbirlerinin üstüne yığılıyorlar. Sözünü ettiğimiz kapitalist yaşam kılavuzuna bağlı olarak aralarındaki ideolojik ve politik farklar gitgide siliniyor ve birbirlerine gün geçtikçe daha çok benziyorlar. Hangi kanadın nerede başlayıp nerede bittiği, kişilerin ve grupların hangi kanada mensup olduğu bile bilinemiyor; kaygan ve kaypak zeminde sağ gösterip sol vuranlar, sol gösterip sağ vuranlar birbirine karışıyor; anlık, günlük, haftalık, aylık, yıllık geçici ittifaklar kural haline geliyor.
Anayasa Mahkemesi'nin kararı birbirlerine ölümü gösteren rakiplerin sıtmaya razı olduğunu ortaya koyuyor. AKP iktidarı Ergenekon davasıyla Kemalist kanada, Silahlı Kuvvetler ve yüksek yargı çevreleri ise AKP'yi kapatma davasıyla Nakşibendi-Nurcu kanada ölümü gösterdiler.
AKP iktidarı Ergenekon iddianamesinde kontrgerilla eylemleri ile fail ve destekçilerinin çok sınırlı bir kesimine yer verdi. Kontrgerillanın Silahlı Kuvvetler ve MİT başta olmak üzere devlet kurumlarıyla herhangi bir ilişkisinin olmadığını ilan ederek uzlaşmaya hazır olduğunu belli ederken, ortaya koyduğu ipuçlarıyla soruşturma ve koğuşturmayı her an asıl kurumlara ve asıl görevlilere uzanacak şekilde genişletebileceğinin işaretini de verdi. Ayrıca, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanı atamalarında hükümetin ve cumhurbaşkanlığının elindeki yasal kozları kullanabileceğini sezdirdi.
Buna karşılık Silahlı Kuvvetler ve yüksek yargı çevreleri de "yeni anayasa" projesini püskürterek, AKP'nin tabanına mesaj vermek için kullandığı türbanı üniversitelerde serbest bırakmayı öngören anayasa değişikliklerini iptal ettirerek ve parti kapatma davasını açtırarak AKP'yi iyice hırpaladı. Bu hırpalamanın AKP'yi kuruluşundaki itaatkâr çizgiye çekebileceği ve onun ikinci seçim zaferi ile cumhurbaşkanlığını ele geçirmenin verdiği güçle içine girdiği hizadan çıkma eğlimlerini dizginleyeceğini hesapladı. AKP'ye hukuksal yetkiyle fiilî siyasal, askerî ve ekonomik gücün aynı şeyler olmadığını hatırlattı. Büyük sermayenin ve yüksek devlet bürokrasisinin vazgeçilmez saydığı temel politikalara AKP'nin ilişmemesi ve bir daha "çizmeyi aşmaması" karşılığında Nakşibendi-Nurcu kanadın parlamentoculuk ve hükümetçilik oynaması ve ekonomik vurgunlarına devam etmesi noktasında uzlaştı. AKP'ye sadece para cezası verildi.
Benzetmemize dönecek olursak, sıtma statükonun sürmesi anlamına geliyor. Statüko sürüyor ama artık Kemalist kanadın sırtında Ergenekoncu yaftası, AKP'nin sırtında laikliğe karşı odak olma yaftası var.
Egemen burjuvazinin iki kanadı arasındaki ateşkes ABD ve AB emperyalizmi tarafından olumlu karşılandı. Sermayenin iki kanadının ve özellikle onları temsil eden hükümet ile genelkurmayın uzlaşmasını, aralarındaki sorunları gidermesini, işbirlikçilerin emperyalizmin bölgesel ve küresel hesapları doğrultusunda birlikte hareket etmesini isteyen emperyalist odaklar, çeşitli telkin, baskı ve (özellikle AKP'den son derecede memnun olan AB kaynaklı) tehditlerle zaten bu sonucu elde etmek için çalışıyorlardı. Kanatların temel unsurlarının uzlaşması teşvik edilirken, emperyalistlerin bakışına göre her iki tarafta "çizmeyi aşanlar"ın bir şekilde zayıflatılması ve hatta tasfiyesi gündemdedir.
Statüko, yani azgın kapitalist sömürü, Türk-İslam-NATO Sentezi, emperyalizme bağımlılık, şovenizm ve militarizm egemenlerin ortak paydası olmaya devam ediyor. Bununla birlikte, egemenler arasındaki ateşkesin kesin bir birlik ve istikrar anlamına gelmediğini, kanatlar arasındaki sorunların yerli yerinde durduğunu ve bu sorunların ister istemez yeni çatışmalara yol açacağını unutmamak gerekir. İşçi sınıfına, emekçilere ve ezilen halklara karşı birlikte davrananlar, kendi bencil çıkarlarını ve iktidarlarını azamileştirmek için kapışmaya devam edecekler. Genelkurmay ve büyük sermaye açısından, rejimin kilit taşını oluşturan Çankaya'nın AKP'nin eline geçmesi nedeniyle askerî vesayetin ve ekonomide büyük sermayenin sahip olduğu aslan payının tehlikeye düşmemesi büyük önem taşıyor. Hızla büyüyen küçük ve orta sermaye açısından, zenginleşmelerinin kesintiye uğramaması ve güç kazanımı eş derecede önem taşıyor.
İşçi sınıfı ve dostları, egemenlerin arasındaki çelişmelerden her iki tarafı zayıflatmak ve sömürü sistemine son vermek için; bağımsızlık, demokrasi, laiklik ve sosyalizm davasını ilerletmek için kuşkusuz yararlanacaklardır. Ancak güya laikliği, bağımsızlığı ve sosyal devleti korumak için NATO'ya sıkı sıkıya bağlı askerî güçlerden ve destekçilerinden, güya demokrasiye ve özgürlüğe kavuşmak için yine NATO'ya bağlı "sivil" iktidardan ve polis güçlerinden medet umanlar, sadece boş hayal peşinde koşuyorlar ve işçi sınıfı ile dostlarının bilincini karartmaya hizmet ediyorlar. Sol ve sosyalizm adına AKP veya Ergenekon savunuculuğu yapanların solla ve sosyalizmle herhangi bir ilişkisi kalmamıştır.
Yüksek Askerî Şura'nın Ardından
4 Ağustos 2008
Anayasa Mahkemesi'nin AKP'yi laikliğe aykırı eylemlerin odağı ilan eden ama söz konusu eylemlerin yeterince ağır olmadığı gerekçesiyle partiyi kapatmayan ve para cezasına mahkûm ederek onun iktidarda kalmasına izin veren kararından sonra, Yüksek Askerî Şura 1-4 Ağustos 2008 tarihleri arasında toplandı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Yüksek Askerî Şura'nın törensel nitelikteki açılışına katıldıktan ve öğle yemeğini yedikten sonra toplantılarda hiç yer almadı. Oysa daha önceki yıllarda toplantılara başından sonuna kadar katılır ve bu katılmaya ordunun sivil hükümetin emrinde olduğunu gösteren simgesel bir değer yüklerdi. Bu yılki davranışıyla AKP geriye adım attığını, artık bu küçücük simgesel değerden de vazgeçtiğini, kendisinden önceki hükümetlerin geleneksel uygulamasına döndüğünü ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ni atamalarda başına buyruk bırakma uygulamasını benimsediğini göstermiş oluyor.
Başbakanın Yüksek Askerî Şura toplantılarına katılıp katılmamasından daha önemlisi, ordu üst yönetiminin kendi iç dengelerine ve hesaplarına göre yaptığı genelkurmay başkanlığı, kuvvet komutanlığı ve ordu komutanlığı atamalarının, kuvvet komutanlığı ve ordu komutanlıkları için millî savunma bakanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı tarafından; genelkurmay başkanlığı için, bakanlar kurulu ve cumhurbaşkanlığı tarafından aynen benimsenerek resmîleştirilmesi oldu. Böylece, kısa süre önce AKP'nin yıpratma kampanyasına hedef olan Kara Kuvvetleri Orgeneral İlker Başbuğ 30 Ağustos 2008'de genelkurmay başkanı oluyor.
Egemen kapitalist sınıfın iki kanadı arasında süre giden boy ölçüşme bağlamında bu durumun siyasal anlam ve önemi, AKP iktidarının hükümetten sonra cumhurbaşkanlığını da ele geçirmesinden ve yasal olarak ordu üst yönetimini istediği şekilde belirleme gücüne kavuşmasından sonra bu gücünü kullanmamış/kullanamamış olmasıdır. Çankaya savaşlarının en önemli nedenlerinden biri, AKP'nin ordu üst yönetimine boyun eğmesiyle şimdilik ortadan kalkmış oluyor.
Abdullah Gül ve eşi Hayrünnisa Gül ile birlikte türbanın Çankaya'ya çıkması, Anayasa Mahkemesi'nin türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını öngören anayasa değişikliklerini iptal etmesiyle ve hemen ardından AKP'yi kapatma davasında üniversitede türbanın laikliğe aykırı olduğunu ilan etmesiyle simgesel değerini kaybetti: düşünün ki, Hayrünnisa Gül türbanıyla Çankaya köşkünde ferah ferah oturmaya devam edecek ama türbanlı kızlar üniversiteye giremeyecek!
Aynı şekilde, AKP'nin son seçimde oyların yüzde 46.7'sini alması ve Çankaya'yı fethetmesi, hükümeti ve cumhurbaşkanlığını elinde tuttuğu halde ordu üst yönetimini belirleme yetkisini kullanmaması/kullanamamasıyla siyasal değerini de önemli ölçüde kaybetmiş oluyor.
Hakkını yemeyelim, AKP, simgesel ve siyasal kaybına karşılık ordu üst yönetiminden bir teselli ikramiyesi aldı. Haberlere bakılırsa, Yüksek Askerî Şura'da bu kez "irticacı eğilimde olmak" gerekçesiyle ihraç edilen ordu personeli olmadı ve dolayısıyla millî savunma bakanı ve başbakan kararlara şerh koymak zorunda kalmadı.
Rektör Atamaları
7 Ağustos 2008
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 5 Ağustos 2008 akşamı, rektörlerinin görev süresi dolan 21 üniversiteye atama yaptı. Gül, 21 üniversitede öğretim üyeleri arasında yapılan eğilim oylamasına 12 üniversitede uyarken 9 üniversitede uymadı ve AKP çizgisine karşıt adaylar yerine daha az oy aldıkları halde hükümete yakın adayları rektör olarak yetkilendirdi. Böylece Yüksek Öğretim Kurulu YÖK'ten sonra Üniversiteler Arası Kurul ÜAK'ta da AKP'nin dizginleri ele geçirmesinin yolu açıldı.
İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Ankara Gazi Üniversitesi, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi, Diyarbakır Dicle Üniversitesi, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Samsun On dokuz Mayıs Üniversitesi, Bursa Uludağ Üniversitesi ve Antalya Akdeniz Üniversitesi'nde daha az oy alan hükümet yanlısı adayları rektör olarak atamakta bir sakınca görmeyen Gül, öğretim üyelerinin kararına ve seçim ilkesine bağlı olmadığını ortaya koydu. Komutasını ele geçirdiği hiyerarşik ve despotik YÖK sisteminden son derecede hoşnut olduğunu, daha önceki yıllarda YÖK sistemine yönelttiği eleştirilerin sadece sistemin komutasının kendilerinde değil de Kemalistlerde olmasından kaynaklandığını gösterdi.
Bilindiği gibi, 12 Eylül faşizminin mirası olan YÖK Yürütme'ye tam bağımlı, emir-komuta zinciri içinde hareket eden bir devlet dairesi olarak örgütlenmiştir. YÖK başkanı cumhurbaşkanına, YÖK genel kurulu bakanlar kuruluna ve cumhurbaşkanına, rektörler YÖK'e ve cumhurbaşkanına, dekanlar rektöre ve YÖK'e bağlıdır. YÖK ve cumhurbaşkanı karşısında emir kulu durumunda olan rektörler üniversitenin aslî öğeleri olan öğretim elemanları, öğrenciler ve çalışanlar karşısında diktatörlük yetkileriyle donatılmışlardır.
Böyle bir yapı, kaçınılmaz olarak, işçi ve emekçilere değil, sermayeye hizmet eden; bileşenlerinin iradesini değil, egemen sınıfın çıkarlarını temsil eden; aydınlanmanın, düşünce ve araştırma özgürlüğünün yaşandığı özerk ve demokratik kurumlar değil, resmî dogmaların (dünyevî veya semavî) dayatıldığı beyin yıkama merkezleri üretir. Demokrasiye, sola ve sosyalizme kapalı olan bu sistem hep kapitalizme hizmet eder; kapitalizmin neoliberal saldırısıyla, özelleşme, piyasalaşma ve ticarileşmeyle pek güzel bütünleşir. Ama komuta kademesinin kimde olduğuna bağlı olarak egemen kapitalist sınıfın farklı kesimlerinin (Kemalist, Nakşibendi-Nurcu vb.) önceliklerini yansıtır.
YÖK'ü, demokrasiye, sola ve sosyalizme karşı bir kale olarak inşa eden Kemalistler, komuta kademesini kaptırdıktan sonra YÖK'ten şikâyet ediyor ve Abdullah Gül'ü antidemokratik davranmakla itham ediyorlar. Çok gecikmiş bir suçlama! Liberal solcular ve ulusalcı solcular da çok geç kaldılar: YÖK sistemini kaldırıp özerk ve demokratik üniversiteye geçmek, emekçi üniversitesi yaklaşımını benimsemek yerine kapitalist piyasaya ve devlete eklemlenmek için neler yaptıklarını unutmasınlar! Profesörler, doçentler, yardımcı doçentler dışındaki öğretim elemanlarını, üniversite öğrencilerini ve üniversite çalışanlarını yok sayan oligarşik eğilim yoklamasını kabul edip eğilim yoklamasında belirlenen 6 adayı YÖK'ün keyfine göre yaptığı bir sıralamayla 3'e indirmesini ve cumhurbaşkanının bu 3 kişilik listeden yine keyfine göre rektör ataması yapmasını içlerine sindirenler ve hatta YÖK yapısı içerisinde üst yönetim görevlerini rahatlıkla üstlenip devrimci ve sosyalist solun YÖK'e muhalefetini alaya alanların, bugünkü durumdan epeyce sorumlu oldukları açıktır.
Egemen sınıfın iki kanadı arasındaki çatışma açısından bakıldığında, bir gün önce Yüksek Askerî Şura kararlarını olduğu gibi imzalayarak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin atamalarına hiç karışmayan Cumhurbaşkanı Gül'ün üniversitelerin rektör atamalarına rahatlıkla karıştığını görüyoruz. Silahlı bürokrasiyle uzlaşan AKP, silahsız bürokrasiye karşı militan tutumunu sürdürüyor. "Seyfiye"ye güç yetiremeyenler galiba "ilmiye"yi gözlerine kestirmişler.
Gürcistan Savaşının Anlamı
13 Ağustos 2008
Amerikan emperyalizminin 2003'te "Gül Devrimi" adını verdiği sivil darbeyle Gürcistan'ın başına getirdiği ABD yurttaşı Mihail Saakaşvili, yıpranan diktatörlüğüne güç kazandırmak amacıyla uzun zamandır tehlikeli bir oyuna girişmişti. Şovenizmi körüklüyor ve Gürcistan'dan bağımsızlığını ilan eden Güney Osetya ile Abhazya'yı her ne pahasına olursa olsun tekrar Gürcistan egemenliği altına sokacağını ve bunun için savaştan kaçınmayacağını ilan ediyordu.
ABD ise Sovyetler Birliği'nin son zamanlarında Gorbaçov'a verdiği (sahte ve geçersiz!) sözden, Gorbaçov'un Doğu ve Orta Avrupa'nın sosyalist rejimlerini kapitalizme satması karşılığında bu ülkeleri NATO'ya almama, NATO'yu Sovyet sınırlarına getirmeme ve böylece Sovyetler'in güvenliğini tehlikeye düşürmeme sözünden çoktan dönmüştü. Sovyetler Birliği'nin de dağıldığı kapitalist karşı-devrimler süreci sonunda, söz konusu ülkelerin hepsini NATO'ya katmıştı. (Avrupa emperyalistleri ise, aynı ülkeleri AB'ye almıştı. ABD ve AB'nin kollektif sömürgeciliği hakikaten iyi işliyordu: yeniden sömürgeleştirilen bu ülkelerin yetişmiş işgücünü birlikte sömürüyor, ekonomik kaynaklarını ve askerî ihalelerini paylaşıyor ve siyasi kontrolü birlikte uyguluyorlardı.)
Ama emperyalizm iştahında sınır tanımaz, mutlak egemenlik peşinde koşar. Elde ettikleriyle yetinmez, daha fazlasını, en fazlasını ister. Doğu ve Orta Avrupa'dan sonra Balkanlar'ı da denetim altına alan ve en son Avrupa'daki en büyük üssünü kurduğu Kosova'yı da Sırbistan'dan koparan ABD, daha ihtiyatlı Avrupa Birliği'ni de peşine takarak enerji yataklarına ve yollarına el koyma politikası doğrultusunda, yeni koşullarda artık kapitalistleştirilmiş Rusya'yı da çepeçevre kuşatma ve mümkünse parçalama amacını güdüyordu. Bu yolda Ukrayna ve Gürcistan'ı da NATO'ya katmayı, böylece ABD-AB nüfuzunu daha da yaymayı planlıyordu. Rusya ise, bu iki ülkenin NATO'ya alınmasını kendi ulusal güvenliğini tehlikeye düşüren düşmanca bir eylem sayacağını ilan etmişti. Gürcistan'dan kopan ve Rusya Federasyonu'na katılmak istediklerini belirten Güney Osetya ve Abhazya'da ise barış gücü bulunduruyor ve bu halkların kendi kaderlerini belirleme hakkına saygı ilkesini Gürcistan yönetimine karşı bir koz olarak elinde tutuyordu.
İşte bu noktada ABD ile Saakaşvili'nin hesapları buluştu. Saakaşvili ABD'nin, AB ve NATO'nun "mayın eşeği" rolünü oynadı: Rusya'nın gücünü ölçmek, tepkisini test etmek üzere 8 Ağustos 2008'de Güney Osetya'ya saldırdı.
Saakaşvili Güney Osetya'yı bir oldubittiyle işgal eder ve önemli bir tepki görmeden başarı kazanırsa, sıra Abhazya'ya gelir ve üzerine yapışan "Amerikan uşağı vurguncu kapitalist diktatör" tanımlamasını "Güney Osetya ve Abhazya fatihi büyük Gürcü kahramanı" payesiyle değiştirerek yeniden kitle desteğine kavuşabilir ve diktatörlüğünü sürdürebilirdi.
Amerika ve Avrupa ise, Rusya'nın Saakaşvili'nin saldırısına zayıf ve sonuçsuz bir tepki vermesi durumunda, Gürcistan'ı ve Ukrayna'yı NATO boyunduruğuna sokma yolunda rahat rahat ilerler ve yeni mevziler kazanmış olurdu. Rusya'nın sert tepki vermesi durumunda ise riski zaten Gürcü halkı üstlenmiş olacaktı; bu arada, gerekirse suyu ısınmakta olan Saakaşvili gider, yeni duruma uygun yeni taktikler geliştirilirdi.
Emperyalizmin mayın eşeği olmayı kabul eden Saakaşvili, bütün dünyanın Beicing Olimpiyatları'nın açılışına kilitlendiği saatlerde, televizyonlardan Osetler'e sahte bir barış ve anlaşma çağrısı yaptı. Daha konuşması bitmeden ordusunu harekete geçirdi. Yüzlerce sivili katleden, barış gücü sıfatıyla bölgede bulunan Rus askerlerini öldüren Gürcü ordusu Güney Osetya'nın başkenti Tşinvali'yi işgal etti.
Osetler direnişe başladı, Rusya harekete geçti. Birkaç günlük savaş sonunda Gürcü ordusu işgal ettiği Oset bölgelerinden çıkmak zorunda kaldı. Abhazya'da elinde tuttuğu Kodor geçidini de Abhaz ve Rus birliklerine kaptırdı. 12 Ağustos gece yarısı ise AB dönem başkanı Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy'nin arabuluculuyla ateşkes ilan edildi. Sonuç henüz netleşmedi.
Olayın çeşitli boyutları içinde iki boyut öne çıkıyor. Birinci boyut, halkların iradesine saygı göstermek, ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını kabul etmektir. Abhaz ve Oset halkları, bütün halklar gibi, kendi kaderlerini belirleme hakkına sahiptir. Gürcistan yönetimi, sınırları içindeki halkları zorla içeride tutmak için şiddet kullanmamalı, halklar arasındaki sorunları barış ve anlaşma yoluyla çözmelidir.
Dahası, bu sorunları çözme adına halklara karşı düşmanlık politikası gütmek, şovenizm ve militarizmi körüklemek, emperyalizmin maşalığını kabul etmek, sadece yıkım getirir. Hem kendi halkına, hem diğer halklara. Emperyalist işgale karşı direnen Irak halklarına karşı ABD'ye siper olacak 2000 Gürcü askerini Irak'a gönderecek kadar gözü dönmüş bir uşaklık politikasının bedeli ister istemez çok ağır olur.
Türkiye'nin ABD'nin taşeronluğunu üstlenerek, Gürcistan'ı silahlandırması, ordusunu eğitmesi, Gürcistan'la ilişkileri komşular arası dostluk, barış ve iyi ilişkiler kurma çerçevesinden çıkarıp başka komşulara ve halklara karşı düşmanlık rotasına sokması kabul edilemez. Bütün komşularımızla, bütün halklarla dostluk istiyoruz. Emperyalizmi aradan çıkaralım. Biz de NATO'dan çıkalım, kimseyi de NATO'ya sürüklemeyelim.
İkinci boyut, Birinci Körfez savaşından ve Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından (1991) bu yana, Amerikan emperyalizminin, Avrupa emperyalizminin, ABD-AB blokunun askerî örgütü saldırgan NATO'nun (ve emperyalizmin koçbaşı İsrail'in) bir askerî eylemine karşı ilk kez çıkarları zarara uğrayan başka bir devlet, (somut durumda Rusya), dolaylı da olsa, (somut durumda, bu güçlerin maşalığını yapan devlete, Gürcistan'a karşı) askerî karşılık verme cesaretini göstermiştir. Yugoslavya, Irak, Afganistan, Filistin ve Lübnan'a yönelik emperyalist saldırı ve işgal örneklerinde görmediğimiz yeni bir olgu bu.
Kuşkusuz, sözünü ettiğimiz dönemde doğrudan doğruya saldırıya uğrayan ülke yönetimleri ve halkları direndiler ve silahla karşı koydular. Yugoslavya bir süreliğine direndi, Lübnan direndi ve direniyor. Irak, Afganistan, Filistin direndi ve direniyor. Ama bizzat saldırıya uğrayan mazlumlar dışında başka bir devletin, küçük, orta veya büyük bir gücün, emperyalizmin ve NATO'nun tek taraflı atış sahasına çevirdikleri dünyada, onların cephesine karşı silah kullanması yeni bir olgu.
Daha önce, sıranın kendisine geleceği belli olan devletler, örneğin Suriye ve İran, Rusya?, Çin?
saldırıya uğrayan komşuları veya müttefikleri için kıllarını bile kıpırdatmadılar, ses çıkarmadılar, hatta saldırganla işbirliği yaptılar, ona yaltaklandılar, vb. İlk kez tersi oluyor.
Bu olguyu önemle not edelim. Birinci Körfez savaşından ve Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra kurulan tek merkezli dünyanın sonuna geldiğimizi, çok kutuplu bir dünyanın yeniden doğmaya başladığını gösteren bir işaret bu. ABD-AB-NATO-İsrail uluslararası şiddet kullanma tekelini yitiriyor.
Bu yeni durumun dünya halklarına yeni olanaklar açacağı öngörülmelidir. Yeni yüzyılın yeni bir devrimler çağı olmasını hedefleyenlerin tüm hazırlıklarını buna göre yapmaları kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor.
Dursun Karataş Hayatını Kaybetti
13 Ağustos 2008
Halkın Hukuk Bürosu avukatlarının yaptığı açıklamaya göre, yaklaşık 10 yıldır kanser tedavisi gördüğü belirtilen Devrimci Halk Kurtuluş Partisi (DHKP) Genel Sekreteri Dursun Karataş, 11 Ağustos 2008 Pazartesi günü hayatını kaybetti.
Dursun Karataş, 1980 öncesinde Devrimci Yol'dan ayrışan İstanbul Devrimci Gençlik örgütünün önde gelenleri arasındaydı. Daha sonra adı Devrimci Sol olan örgütü kurdu ve liderliğini yaptı. Mahir Çayan'ların kurduğu Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi çizgisindeki Dev-Sol, 1980'den sonra 12 eylül faşizminin dayattığı hapishane sürecinde ölüm oruçları ve hapishane isyanlarıyla siyasi tutsakların en temel haklarının alınması mücadelesinde büyük rol oynadı.
Dursun Karataş, 1989 yılında idamla yargılanması devam ederken yattığı Bayrampaşa hapishanesinden firar etti. Bir süre yurt içinde yer altında yaşadı. Daha sonra operasyonların sıklaşması ve çemberin daralması üzerine yurt dışına çıktı. Dev-Sol, aynı dönemde, 1994 yılında partileşerek Devrimci Halk Kurtuluş Partisi adını aldı.
DHKP çizgisi, tarihteki devrimci-demokrat/narodnik yapıların işçi sınıfı bilimine uzak sabırsızlığını, "çabucak sonuç alma" anlayışını paylaşıyor, sosyalist devrim için gereken uzun soluklu, sabırlı bilinçlendirme ve örgütlenme mücadelesini "devrimci şiddet"le ikame etmeyi öngörüyordu. Bir avuç devrimcinin yürüteceği öncü savaşla "oligarşi ile halk" arasında var olduğunu iddia ettikleri "suni denge"nin kırılabileceğini ve bu yolla kitlelerin devrime kanalize edilebileceğini varsayıyordu.
Bu varsayımla uyguladıkları şiddet işçilerden, sade insanlardan, halktan uzaklaşmalarına yol açtı. Sınıftan ve emekçi halktan uzaklaştıkça lümpen eğilimler arttı, şiddet körleşti, kimi zaman diğer sol örgütlere, kimi zaman kendi içine yöneldi.
İşçi sınıfını ve kitle mücadelesini öncü savaşçılar ve şiddetle ikame etmeyi esas alan çizgisine bağlı olarak, Dursun Karataş önderliğindeki Dev-Sol, işçi sınıfı ve sınıf mücadelesine bağlı aydınlar arasında yaygınlık kazanamadı. Şehir yoksulları arasında taban buldu, gecekondu mahallerinde ve kimi yörelerde yoksul köylüler arasında sempati duyulan bir örgüt haline geldi.
Dursun Karataş önderliğindeki Dev-Sol/DHKP çizgisi, bir yandan 12 Eylül faşizmine ve tüm faşist uygulamalara karşı direnişleri nedeniyle anılırken, diğer yandan örgüt içi infazlar ve iç mücadelenin kanlı hesaplaşmalara dönüşmesi ile öne çıktı.
Bu örgüte mal edilen ve kendilerinin de üstlendiği pek çok olay Türkiye halklarının gündeminde oldu. Kimi zaman doğrudan işkencecilere ve egemen sınıfın üst düzey yöneticilere yönelen şiddetleri, bazen de devrimcilere, birlikte çalıştığı kişilere, sade insanlara, emekçilere, küçük mülk sahiplerine yönelerek kitlelerde bilinç bulanıklığına yol açtı.
Parti/Cephe çizgisinde yer alan örgütler içinde Sovyetler Birliğini ve sosyalist sistemi en olumlu değerlendiren ve anti-sovyetizmden uzak duran bir yapı oldu. Sosyalist sistemin yıkılmasından sonra da anti-komünizme savrulmadı, yeni liberal tezlere sarılmadı, devrimci bir çizgide durmaya gayret eden örgütlerden biri oldu. Ortadoğu merkezli devrimci örgütlerle yakın ilişki içindeydi.
Dursun Karataş, ülkemizde TKP'nin, Mustafa Suphi-İsmail Bilen geleneğinin temsil ettiği sınıf bilinçli proletaryanın Marksist-Leninist ideolojik, politik ve örgütsel çizgisine aykırı, bizce hatalı çizgisine rağmen, ömrü boyunca sosyalizm saflarında yer aldı, hep örgütlü mücadeleyi tercih etti, son anlarına dek Türkiye halklarının kurtuluşu için fikir üretmeye çalıştı.
Tüm yoldaşlarının, devrimcilerin ve solcuların başı sağ olsun. Anısı bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için devrim mücadelemizde bizimle birlikte olacak.
Haydi 1 Mayıs'a!
TAKSİM MEYDANI'NA,
SÖMÜRÜYE BASKIYA KARŞI MÜCADELE ETMEYE!
1 Mayıs 2008
Türkiye işçi sınıfı son süreçte çok büyük saldırılarla karşı karşıya kaldı. Bir yandan tüm halkı toptan etkileyen, sağlığı tamamen paralı hale getiren ve emekçilere ağır hak kayıpları getiren Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasası. Diğer yandan birçok fabrika ve işletmede işçilerin sırf sendikalı olmalarından dolayı işsiz bırakılması. Aynı zamanda işçilerin emekçilerin güvencesiz çalışma koşullarında katledilmesi. Tüm bunlar işçilerin ve emekçi halkımızın yakıcı sorunları olarak önümüzde durmakta.
SSGSS'de işçilerin, emekçilerin bu saldırılara karşı ortaya koydukları tepki şimdilik yasanın geçmesini engelleyemediyse de, işçi sınıfının emekçi halkımızın oluşturduğu mücadele havası bu yasanın çöpe atılacağını da müjdeliyor aslında. İşçiler, emekçiler haklarını savunmaya, taleplerini haykırmaya ve seslerini daha duyulur hale getirmeye başladılar. Sendika haklarını savunmak amacıyla direnen Novamed, SCT Turbo Filtre işçileri, Telekom çalışanları, hava yolu çalışanları ve daha birçok fabrikada işçiler uzun süren mücadeleleri sayesinde haklarını almayı başardılar. Yörsan'dan Tega işçilerine, yine birçok fabrikada işçilerin direnişi devam etmekte.
İşçilerin, emekçilerin direnişi karşısında manevra yapmak isteyen AKP ilk olarak 1 Mayıs'ın işçilerin ücretli tatili olması gerektiğini dillendirerek işçileri oyalamayı amaçladı. Ancak AKP iktidarının gerçek yüzünün ortaya çıkması için çok beklemek gerekmedi. Önce ücretli tatil olabilir denilen 1 Mayıs için ekonomiye yükler getirir dendi. Ardından işçiler, emekçiler bizzat başbakan Tayyip Erdoğan tarafından "Ayakların baş olduğu yerde kıyamet kopar" denilerek ayak takımı olarak nitelendi. Taksim Meydanı'nda 1 Mayıs'ı kutlama kararı alan sendikalar tehdit edildi.
Ayak takımı baş kaldırıyor
AKP'nin tüm baskı ve yıldırma politikalarına karşı Türk-İş, DİSK ve KESK kararlarından vazgeçmediler. Şirketinden polisine, mankeninden kulübüne kadar herkese açık Taksim'in emekçilere kapanmasını asla kabul etmeyeceğiz. Demokrasinin d'sinin olduğu bir ülkede, emekçiler anmalarını istedikleri yerde, istedikleri zaman, kendi belirledikleri koşullarda yaparlar.
Bizler, Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Boşnak, Alevi, Sünni ve her kökenden emekçiler olarak, işçi, memur, kadrolu, kadrosuz, müteahhit, taşeron, güvenlikçi, kalifiye, düz, yeni, eski diyerek bizi bölmek isteyenlere, işyerinde patrona, ülkemizde kapitalistlere, dünyamızda emperyalizme karşı işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü 1 MAYIS'ta TAKSİM MEYDANI'nda olacağız.
Dünyada emekçiler seslerini yükseltiyor
Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkımız mücadeledeki yerini alırken, dünyada sömürülen emekçilerin mücadelesi artıyor. İşgal altındaki Irak halkları direnişini yılmadan yükseltiyor. ABD emperyalizminin Ortadoğu halklarını esir etmesini engelliyor. Kürdü, Arabı, Türkmeni, Asurisi, Keldanisiyle, Şiisi, Sünnisiyle Irak halkları, Filistin'in, İran'ın, Suriye'nin, Türkiye'nin umudunu yükseltiyor. Ne Amerika, ne de Avrupa emperyalizmi, birleşen halkların bilinçli gücü karşısında duramayacaklarını anlayacak. Venezüella ve Bolivya'dan, Afganistan ve Nepal'e, Mısır'dan Yunanistan'a, Polonya'dan Macaristan'a emekçiler mücadele içinde gün geçtikçe kendini buluyor.
1 MAYIS 2008, tüm dertlerimizin yeni hamlelerle bertaraf edilmesi için hazırlık günümüz olacak. İşçimiz, emekçimiz, işsizimiz, kamu çalışanımız, emeklimiz, köylümüz, öğrencimiz, gencimiz, kadınımız, erkeğimiz 1 MAYIS'ta TAKSİM MEYDANI'ndan ortak taleplerimizi haykıracak.
1 MAYIS 2008 kayıt dışı, güvencesiz, kuralsız çalışmanın koşullarını ortadan kaldırma, Davutpaşa'dan Tuzla'ya iş kazası adı verilen cinayetleri yok etmeye hazırlık günü olacak.
1 MAYIS 2008 işçilerin ve emekçilerin, ABD ve AB emperyalizmi ile uzantıları İMF ve Dünya Bankasına karşı mücadeleyi yükseltme günü olacak.
1 MAYIS 2008 tüm halklara yönelik inkâr ve imha politikalarına son vermenin, Kürt halkı ile barışmanın ve bütün halkların kardeşliği şiarını yükseltmenin günü olacak.
Atölyede çalışan sendikasız, sigortasız, kayıtsız işçi için; üretim yapamayan, mazot bulamayan, faizciye borçlanan köylü için; ev eksenli üretim yapan kadın için; okuldan atılan öğrenci için; ücretli kölelik yasalarının son bulması için; tek bir örgütsüz işyeri kalmaması için; emeğin kurtuluşu için; bağımsız, demokratik ve sosyalist bir ülke kurmak için; kapitalizmi kökten yok etmek için haykıracağız!
Yeter artık demek için TAKSİM MEYDANI'nda olacağız!
Yaşasın 1 Mayıs!
Yaşasın İşçilerin Birliği!
Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve
Dayanışma Günü!
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Ekmek Yoksa Barış da Yok!
İşçilere Taksim Yasağına Son!
SSGSS İptal Edilecek, Kıdem Hakkından Kimse
Vazgeçmeyecek!
İşçiler Hakları İçin Genel Greve!
Yaşsın Genel Grev, Genel Direniş!
İşgal Altında 1 Mayıs
2 Mayıs 2008
Her yanı iki metre boyundaki bariyerlerle iptal edilmiş ve insansızlaştırılmış Taksim meydanı; bütün köşebaşları tutulmuş ve abluka altına alınmış Beyoğlu ve Şişli; vapur, metro ve tramvayları çalıştırılmadığı için felç edilmiş koskoca şehir; Mecidiyeköy-Taksim arası gaz bombacısı, biber gazcı ve copçu polis birlikleriyle, Taksim Gezi parkı yedek jandarma birlikleriyle denetim altına alınmış işgal İstanbul'u.
Sabahın köründe DİSK genel merkezini basan ve gaz bombalarıyla, basınçlı suyla işçileri dağıtan, hastaneleri, mühendis odalarını, parti il merkezlerini gazlayan, yere düşmüş gencecik işçi kızları tekmeleyen ve coplayan, gazetecilerin kolunu kıran, aralarına sıkıştırdıkları emekçileri linç etmeye kalkışan zorbalar...
AKP iktidarı 1 Mayıs 2008'de işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününü kutlamak ve 1977 kontgerilla katliamında öldürülen işçi kardeşlerini anmak isteyen işçi sınıfına Taksim'i açmamak için 30 bin kişilik polis gücüyle işte böylesine acımasız bir terör uyguladı. AKP iktidarı 100'ü aşkın yaralı, 530 gözaltı bilançosu ve biraraya gelmeye çalışan her topluluğu gazlayıp coplayarak yarattığı dehşet ortamı içinde bunalan sendika yöneticilerini sonunda pes ettirerek Taksim'i "işçilerden korudu".
AKP iktidarı sınıfsal taleplerini birlikte haykırmak için ellerine bir çakı bile almadan, silahsız, şiddetsiz barışçı gösteri hakkını kullanan işçi sınıfı karşısında aslında ağır bir yenilgiye bedel bir Pirus zaferi kazandı. Zorbalıkta kazandı ama siyasal olarak kaybetti. Bütün "derin devlet karşıtı", "özgürlükçü", "mazlum", "demokrat" cilası döküldü.
1 Mayıs 2008'de AKP iktidarı sermaye sınıfının işçi sınıfı ve bütün emekçiler üzerinde kurduğu açık terörist diktatörlüğün yürütme komitesi olarak ortaya çıktı, faşizmin icra heyeti olarak çalıştı. AKP iktidarı bu rolünün siyasal bedelini mutlaka ödeyecek çünkü işçi sınıfına karşı zorbalık yapan hiçbir güç iflah olmaz. İşçi sınıfına saldıran eninde sonunda çarpılır.
Kapitalistler içi kavganın bir sonucu olarak AKP'ye karşı "laikliğe karşı odak" olduğu gerekçesiyle kapatma davası açıldığında, "AKP'yi halk kapatacak" demiştik. AKP sosyal devlete karşı odak olduğunu son olarak bütün çalışanlara ağır hak kayıpları getiren ve emekliliği hayale dönüştüren SSGSS yasasını çıkararak bir kez daha kanıtladı. Son olarak 1 Mayıs'ta estirdiği terörle demokrasiye ve hukuk devletine karşı odak olduğunu bir kez daha kanıtladı. AKP, zulmünü arttırarak işçi sınıfının ve emekçilerin kendisine karşı açacağı kapatma davasının iddianamesini bizzat kendi eliyle yazıyor.
Ürün, Birlik Dayanışma Hareketi ve TÜM-İGD, direngen mücadelesiyle Şişli'de, Osmanbey'de, Pangaltı'da, Kurtuluş'ta, Dolapdere'de, Cevahir'de, Cihangir'de, İstiklal'de, Nişantaşı'nda sınıf kardeşleriyle birlikte onurlu yerini aldı. 5 arkadaşımız yaralandı, 1 arkadaşımız gözaltına alındı. (Gözaltına alınan arkadaşımız gece yarısından sonra serbest bırakıldı.) Baskılar mücadele azmimizi daha da biliyor. AKP'ye ve kapitalist oligarşiye pabuç bırakacak değiliz.
Sermaye sınıfı ve uzantıları AKP eliyle bu yıl da Taksim'i işçi sınıfından esirgedi. Ne var ki, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesi sürecek, sınıf evrensel bayramını er geç Taksim'de de kutlayacak. 1 Mayıs marşında söylendiği gibi "Gün gelir zorbalar kalmaz gider." AKP'nin zorbalığı yanına asla kâr kalmayacak: AKP ardında kötü bir ad bırakarak tarihin çöplüğünü boylayacak.
Sözün Bittiği Yer
28 Aralık 2008
İsrail 27 Aralık 2008 günü savaş uçakları ve füzelerle giriştiği saldırıda 270 Filistinli'yi öldürdü, 700'ünü yaraladı. Siyonist sömürgecilerin çok uzun zamandan beri dünyanın en büyük açık hava hapishanesi haline getirdikleri Gazze'ye 100 ton bomba yağdırarak gerçekleştirdikleri bu katliam, Filistin halkını imha etmeye yönelik uzun süreli soykırımın yeni bir halkasını oluşturuyor.
1948'de Filistin ülkesinin kalbine çöreklenen, 1967'de sınırlarını kat kat genişleterek koca bir halkı ükesi, kültürü ve kimliğiyle yok etmeye çalışan ırkçı-dinci sömürgeciler, her zaman olduğu gibi kapitalist dünya egemenlerinin acımasız suç ortaklığından yararlanıyorlar. Vicdan sahibi her insanı isyan ettirecek bu katliamı, ABD "teröre karşı İsrail'in kendini savunma hakkını tanıyoruz" diyerek mazur gösterdi. Avrupa Birliği dönem başkanı Fransa, İsrail'e "orantısız güç kullanmama çağrısı" yaptı. Birleşmiş Milletler de, Güvenlik Konseyi'nin sürekli üyeleri Rusya ve Çin de doğru dürüst bir kınamada bile bulunmadan lafı eveleyip geveliyor. Arap Birliği artık hiçbir fayda getirmediği belli göstermelik "acil toplantı" kararıyla yetindi. Hamas'la olan çelişkilerini aşamayan Filistin Cumhurbaşkanı Mahmud Abbas'ın sözcüsünün aklına "itidali kaybetmeyelim" demekten başka bir şey gelmedi. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye'nin İsrail sömürgecileriyle siyasal, askeri ve ekonomik ittifakına son vermeyi bir an bile düşünmeden "İsrail bizim diplomatik çabalarımıza saygısızlık etti" diyerek sözüm ona "tepki koyuyor".
Kapitalist dünyanın egemenleri, altına imza koydukları uluslararası belgelerin birini bile ciddiye alsalardı, saldırgan İsrail'e karşı kollektif savunmanın gereğini yapar ve Filistin halkının soykırıma uğratılmasını önlerlerdi. Bunu yapmıyorlar ve asla yapmayacaklar. Hepsi dört bir yandan kuşatılmış yoksul bir halkın tepeden tırnağa silahlı bir zorba tarafından katledilmesini boş gözlerle seyrediyor.
Sözün bittiği yerdeyiz. Filistin halkının önünde, ulusal birliğini yeniden oluşturmaktan, kurtuluş savaşını boyutlandırmaktan; bütün dünya halklarının önünde, enternasyonalist dayanışmayı ilerletmekten, kendi ülkelerinde ve bölgelerinde devrim mücadelesini yükseltmekten başka çare yok. Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz. Ya kapitalizmi, emperyalizmi ve sömürgeciliği her biçimiyle reddedip işbirlikçi iktidarları bütün dünyada çöpe atacağız, ya da bu zulüm dünyasının onursuzluğuna katlanıp insanlıktan çıkacağız.
Soykırımcı İsrail'i cezalandıralım!
İsrail'le ittifaka son verelim!
Haydi Filistin halkıyla dayanışmaya!
2009 Yılına Umutla Giriyoruz
31 Aralık 2008
İşçi sınıfı ve emekçi halkımız 2009 yılına tıpkı dünyanın her tarafındaki kardeşleri gibi kapitalizmin şiddetlenen sömürüsü ve baskısı altında, fakat umutla giriyor. Bütün dünyada eylemler, grevler, direnişler, fabrika ve okul işgalleri, isyanlar gelecek güzel günlerin tohumunu serpiyor.
Kapitalizmin son 30 yılına damgasını vuran neoliberalizm çöküyor. Paradigma değişiyor. Kahrolası gericilik ve karşıdevrim döneminden sıyrılıp yeni devrimler kuşağını hazırlayacak devrimci yükseliş dönemine giriyoruz. Neoliberalizmin çöküşünü kapitalizmin ve emperyalizmin çöküşüne çevirmek için komünistlere, devrimcilere, ilericilere büyük görevler düşüyor.
Ülkemizde işçiler, köylüler, bütün emekçiler, kadınlar ve gençler, Kürt halkı, Aleviler daha da güvenle sokağa çıkıyor, taleplerini haykırıyor ve egemen sermaye düzenini geri adımlar atmak, manevra yapmak zorunda bırakıyor. "Kürtçe TV" ve "Alevi açılımı" bu manevraların birer ifadesidir. AKP ve militarist klik gün geçtikçe daha çok teşhir oluyor.
Amerikan emperyalizmi ile kapitalist müttefiklerini Irak'ta, Afganistan'da, Nepal'de, Latin Amerika'da, Kafkaslar'da daha da zor günler bekliyor. Küba devrimin 50. yılına emperyalist ablukayı kırma yolunda ilerleyerek ve ülkesindeki sosyalist kazanımları koruyup pekiştirmesini sağlayacak yeni devrimleri mevzisinde sabırla bekleyerek giriyor.
Bugünlerde hepimizin yüreği siyonist işgalcilerin Filistin halkına yönelik giriştiği kapsamlı saldırıyla yandı. Amerikan emperyalizminin bekçi köpeği siyonist devletin yaptığı inanılmaz zulümler Filistin halkına tek bir çıkar yol bırakıyor: Devrim. Irak halklarının Amerikan işgaline karşı direnişi yeni bir aşamaya giriyor. Utanmaz Bush'un kafasına ayakkabılarını fırlatan gazeteci Muntazar el Zeydi'nin eylemi Irak halklarının kazanacağı zaferi müjdeliyor. Kapitalizme karşı yeni bir isyan başlatan Yunanistan işçi sınıfını ve gençliğini selamlıyoruz.
2009 yılının emperyalist kapitalist sistemin derinleşen krizine karşı dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların mücadelesinin daha da yükseldiği bir yıl olmasını diliyoruz. Emperyalist kapitalist sistemin kendisinden kaynaklanan krizin faturasını yeni yılda hep birlikte emperyalist kapitalist sistemin kendisine ödeteceğiz.
Yaşasın devrim!
Yaşasın sosyalizm!
Yaşasın proletarya enternasyonalizmi!