Sosyalist Dergi: 1 |  ÜRÜN |
ORTAK GELECEĞİMİZ İÇİN

     Amerikan emperyalizminin düzenlediği bir uluslararası kontrgerilla operasyonuyla yakalanan Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye teslim edildi. ABD, İsrail, Kenya ve üzerinde yoğun bir diplomatik baskı uyguladığı Yunanistan'ın katkısıyla yürüttüğü operasyondaki kilit rolünü hiç saklamıyor. ABD'nin en önde gelen gazetelerinden The New York Times, üst düzey Amerikan yetkililerine dayanarak, "Türkiye'nin Abdullah Öcalan'ı yakalamasına yardımcı olmak için ABD'nin dört ay boyunca çalıştığını" bildiriyor. (Tim Weiner, "US Agents Helped Turkey Find and Capture Kurd Rebel", 20 Şubat 1999).


     Amerikan yetkilileri bu hummalı çalışmanın gerekçesini şöyle açıklıyorlar: "ABD'nin Türkiye'yle gitgide yoğunlaşan yakın bir askeri ve istihbarat ilişkisi var. Türkiye Amerika pilotlarının İncirlik'teki NATO üssünden havalanarak Irak'a karşı harekât düzenlemesine izin veriyor. Bu üs, Amerikalılar'ın Irak'a karşı casusluk faaliyetleri için elektronik dinleme istasyonu olarak da hizmet görüyor." (Aynı yazı).
     ABD yetkililerinin açıklamasına göre, Türkiye Suriye'ye ultimatom vererek Öcalan'ı ülke topraklarından çıkarmadığı takdirde savaş açacağını bildirdiğinde, ABD de Suriye'den aynı talepte bulundu. ABD'nin ve Türkiye'nin baskısına dayanamayan Suriye 9 Ekim l998'de Öcalan'ı Moskova'ya gönderdi. Öcalan'ın Suriye'yi terk ettiği İsrail istihbaratı tarafından saptandı.
     Bundan sonra ABD, Rusya'yı ve Öcalan'a sığınma hakkı verebileceği düşünülen bütün Avrupa ülkelerini böyle bir karardan vazgeçirmek için didinip durdu. 2 Kasım l998'de İtalya'ya gelen Öcalan l6 Ocak l999'da sığınma hakkı elde edemeden İtalya'dan ayrılıp yeniden Rusya'ya geçti. Öcalan 30 Ocak'ta emekli Yunan generali Andonis Naksakis'in temin ettiği bir uçakla Atina'ya geldi. l Şubat'ta Uluslararası Adalet Divanı'nda yargılanma talebiyle Hollanda'ya girmek isteyen Öcalan'ın uçağına iniş izni verilmedi. Atina'ya dönmek zorunda kalan Öcalan ertesi gün Yunanistan hükümeti tarafından Kenya'nın başkenti Nairobi'deki Yunanistan büyükelçiliğine gönderildi.
     Amerikan yetkililerinin açıkladığı gibi, Kenya, Öcalan'ın saklanması için en uygunsuz yerdi. Bağımsızlığını kazandığı 1963'ten beri geleneksel olarak yabancı sermaye ve özel sektör yanlısı politika izleyen bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü Kenya, Afrika'da ABD'nin ve İsrail'in güvenilir bir müttefikiydi. Üstelik, Ağustos l998'de Nairobi'deki Amerikan büyükelçiliğinin havaya uçurulması ve 213 kişinin ölmesinin ardından, Nairobi, olayı soruşturan Amerikan ajanlarıyla kaynıyordu.
     Amerikalılar Öcalan'ın Yunanistan büyükelçiliğinde olduğunu hemen saptadılar ve Türkiye'ye haber verdiler. Yapılan pazarlıklardan sonra, kurulacak tuzağın planları hazırlandı ve operasyon başlatıldı. Yunan hükümeti Öcalan'a Hollanda'ya gidebileceğini bildirdi. Güya Hollanda'ya uçmak üzere Kenya güvenlik görevlilerinin refakatinde Nairobi havaalanına götürülen Öcalan orada bekleyen Türk komandolarına kıskıvrak teslim edildi ve Türkiye'ye getirildi. (Aynı yazı).
     Öcalan'ın yakalanıp Türk makamlarına teslim edilmesi medyada şovenist bir kampanyaya yol açtı. Bir yandan "bu olayla devletin büyüklüğünün ispatlandığı, Türkiye'nin tıpkı ABD ve İsrail gibi, başka ülkelerde gizli operasyonlar yapacak güce ulaştığı" vurgulanırken , bir yandan da, "Apo'yu bize teslim edin, parça parça doğrayalım" diyen MHP'lilerin tepkileri televizyonlarda uzun uzadıya "halkın galeyanı" olarak yansıtıldı. İntikam çığlıkları ortalığı sardı.
     Zafer sarhoşluğuna kapılan çevreler, ABD ve İsrail'in uluslararası hukuku sürekli ihlal eden zorba devletler olduğunu, bu durumun Uluslararası Adalet Divanı'nın çeşitli kararlarıyla da tescil edilmiş olduğunu, hukuksuzluğa özenmenin büyüklük sayılamayacağını unutturmaya çalıştılar. Büyüklüğün halkın yaşam kalitesini yükseltmekle, örneğin okullara giden küçücük öğrencilerin başlarına yıkılmayacak sağlamlıkta okul inşa etmekle; insanların hastane kapılarında sürünmemesini sağlamakla; emekçileri sendikasız ve sigortasız bırakmamakla; herkese iş, eğitim temin etmekle; halkın temel özgürlüklere sahip olduğu bir hukuk düzenine geçmekle; işkenceyi ortadan kaldırmakla; barış, dostluk ve kardeşliği egemen kılmakla; sömürüye son vermekle; görüşünden, dilinden, inancından, kökeninden dolayı kimseye zulmetmemekle; halkın büyük çoğunluğu en temel ihtiyaçlardan yoksun biçimde kıvranırken küçük bir azınlığın lüks içinde yaşadığı ayrıcalık, vurgun ve talan düzenine izin vermemekle ölçüldüğünü bir kez daha gizlediler.
     Üstelik Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin acilen yanıtlanması istemiyle yönelttiği sorulara verdiği resmi yanıtta, "Türk özel timlerinin Kenya topraklarında operasyon yaptığı iddialarını" kesin bir dille reddetti, "Öcalan'ın Kenya yetkilileri tarafından yakalanıp etkisiz hale getirildikten sonra havaalanında bekleyen Türk yetkililere teslim edildiğini" ve "Öcalan'ın gözlerinin de Kenyalı yetkililer tarafından bağlandığını" bildirdi. (Cumhuriyet, 10 Mart 1999, s. 1). Görüldüğü gibi, bu resmi yanıt, büyüklük taslamak adına halka bile bile yalan söylendiğini belgeliyor. Medyanın ve medyaya yön verenlerin ikiyüzlülüğü gerçekten sınır tanımıyor.
     Oysa ülkemizin ve bölgemizin ortak geleceği açısından yaşamsal bir sorunla karşı karşıyayız. Sorun böylesi sorumsuzlukları ve kışkırtıcılıkları kaldıramayacak kadar ciddidir. Naziler'in halkları son bireyine kadar yok etmeyi öngören "nihai çözüm"ünü çözüm olarak kabul etmeyen her insan bilir ki, köklü bir ihtilafın taraflarının eninde sonunda oturup anlaşmaya varması, uygar bir şekilde, barış içinde yaşama iradesini göstermesi kaçınılmazdır. Bu irade ise baskıdan, "ben güçlüyüm, seni kanırta kanırta yener, sana her istediğimi dayatır, seni yok sayarım" aymazlığından değil, eşitlikten güç alır, haklara saygı gösterilmesini gerektirir. Hiçbir şey halkların dostluğunun yerini tutamaz. Zafer sarhoşluğu, intikamcılık, öfke, bir siyaset olamaz. Kardeşliğin ve dostluğun önkoşulu eşitliktir. Türkler ve Kürtler kardeşlik, dostluk içinde yaşayacaklar demek, Türkler ve Kürtler eşit haklara sahip olarak yaşayacaklar demektir. Bu bilinci gösteremeyenler ülkemizin ve bölgemizin bugününe ve geleceğine kıyarlar.
     Hele hele, ABD emperyalizminin ve İsrail siyonizminin bölgesel ve küresel stratejik hesaplarının bir parçası olmayı kabul ederek ülkemizin ve bölgemizin esenliği için böylesine önemli bir sorunda onları doğrudan doğruya taraf haline getirenler, yeni Ortadoğu seferlerinde, yeni Balkan seferlerinde, yeni Kafkas seferlerinde yeni felâketlerin hazırlığını yapmış oluyorlar.
     Öte yandan, herhalde aklı başında hiç kimse, bir hareketin liderini ele geçirmekle o hareketin son bulacağını sanacak kadar saf değildir. Ne kadar güçlü olursa olsun, hiçbir birey, hareket demek değildir. Hareket yeni liderler çıkarır. Kitlelerin yaşamını ilgilendiren sorunlar çözülmedikçe hareket de varlığını sürdürür.
     Yapılması gereken, sorunun çapına uygun köklü ve soğukkanlı bir siyaseti benimseyerek barışa yönelmek, kanayan yaraları sarmaktır. Siyasete her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Barış elçisi olmak istediğini, Türk-Kürt kardeşliğini sağlama yolunda köprü görevi üstlenmeye hazır olduğunu açıklayan Öcalan'a bunu kanıtlama fırsatı verilmesi ülkenin yararına olacaktır. Hukuksal-teknik kavram olarak nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, onbeş yıldır can alan, ocak söndüren bu savaşın sona ermesinde ve çözüme kavuşturulmasında rol oynayabilmesi ortamının sağlanması ortak çıkarımıza olacaktır. Dökülen kanları, yaşanan acıları öne sürerek en ağır cezalardan, idamlardan dem vurmak bir çözüm getirmeyecek, belki de sorunu daha da ağırlaştıracaktır. Geçmişe değil, geleceğe bakmak gerekir. Kürt kardeşlerimize güçlü bir barış mesajı verilmesi, dostluğa, kardeşliğe dayalı ortak bir gelecek için güçlü bir irade beyanı demektir.
     Kanun maddelerini öne sürerek böyle bir irade beyanından kaçınmak işin bahanesi olur. Bütün savaşlar, çatışmalar, ihtilaflar kanun maddeleriyle değil, siyasal irade ile biter; barış teknik bir iş değil, siyasal irade işidir. Ülkenin ve bölgenin bu yaşamsal sorununu siyaseten çözme iradesi ortaya konulduğunda, buna uygun hukuksal düzenlemeler çok kolayca yapılabilir. Böyle bir politika, Türkler'in, Kürtler'in ve hangi etnik kökenden olursa olsun bütün yurttaşların çıkarına olacaktır. Sorunun barışla çözülmesi, Türkiye'nin emperyalizmin savaş makinesine bağlanmasına, Amerika'nın şantajlarına boyun eğmesine, bölge halklarıyla düşmanlığa sürüklenmesine yol açan düzen ve tertiplerden kurtulması yolunda da büyük bir adım olacaktır.
     Devlet Güvenlik Mahkemeleri tartışmasına da böylesine kapsamlı bir siyasal açıdan bakılmalıdır. Kimileri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin, asker üyelerin varlığı nedeniyle DGM'lerin bağımsız mahkeme sayılamayacağı ve dolayısıyla kararlarının hukuk açısından geçersiz olduğuna ilişkin kararından yola çıkarak, "bu sakıncayı düzeltelim, dünya kamuoyunun elinden bu gerekçeyi alalım ve Öcalan'a en ağır cezayı verdiğimizde kimsenin diyecek bir lafı kalmasın" görüşünü öne sürüyor. Bu görüşün, olayın çapını, siyasal önemini, bütün yurttaşların, toplumun bütününün bugününü ve geleceğini derinden etkileyecek bir karar noktasında bulunduğumuzu anlamayan, sığ, ufuksuz bir görüş olduğu açıktır.
     Birincisi, DGM'ler sadece asker üyelerin varlığı nedeniyle değil, yapısı, işleyişi, yargılama usulleri, savunmaya getirdiği kısıtlamalar, ceza infaz kuralları vb. açısından doğal mahkeme ilkesine aykırı olağanüstü kurumlardır. 12 Mart 1971 cuntası tarafından dayatıldıktan sonra başını DİSK'in çektiği işçi sınıfı ve demokratik güçlerin eylemiyle hukuk sisteminden çıkarıldıktan sonra ancak 12 Eylül 1980 darbesiyle yeniden hukuk sisteminin içine yerleştirilmiş olan bu kurumlara yönelik eleştiri tek bir noktayla sınırlanamaz. İkinci olarak ve daha önemlisi, sorun teknik bir yargılamanın çok ötesinde boyutları olan yaşamsal bir siyasal sorundur ve konuya Türk-Kürt kardeşliği, toplumun esenliği çerçevesinde, toplumsal varlığımızın yüce menfaatleri açısından siyasal olarak yaklaşma zorunluluğu vardır.
     Bir de madalyonun öteki yüzüne bakalım. Hangi gerekçeyle olursa olsun, halka yönelik bütün bombalama, molotof, kundaklama vb. eylemler yanlış, gayrimeşru ve zararlıdır. Halka zarar veren, onları hedef seçen bütün eylemler ağır birer suçtur. İşe giden, çalışan, alışverişe çıkan, gezintiye çıkan, dinlenen, eğlenen masum insanları öldürmek, yakmak, yaralamak, terörize etmek faşist kontrgerilla taktiğidir ve kim tarafından yapılırsa yapılsın faşizme yarar. Bu tür eylemler hem felsefi açıdan, hem siyasal açıdan kesinlikle reddedilmelidir. Öte yandan, kurtuluş, eşitlik, özgürlük mücadelesi yürütmek adına halkların en büyük düşmanları emperyalistlerle sıkı fıkı olmak, onlara dayanarak çözüme ulaşılacağını sanmak, onların stratejik hesaplarına bel bağlamak hileli bir kumara oturmak demektir. Bu kumarda yazı da gelse tura da gelse hiçbir zaman halklar kazanmaz; hep kapitalistler, emperyalistler, sömürücüler kazanır. Emperyalistler bir hareketi ortada bıraktığında da, o hareketin elinden tuttuğunda da kaybeden emekçilerdir, halklardır. Öcalan'ın yakalanmasında kapitalist-emperyalist sistemin bir bütün olarak oynadığı rol gözleri açmalıdır. Diplomasi yapmak başkadır, diplomasinin labirentlerinde büyük güçlerin oyuncağı durumuna düşmek başkadır. Madalyonun bu yüzünde de tekrarlanması gereken büyük gerçek şudur: Hiçbir şey halkların dostluğundan daha değerli değildir. Enternasyonalizmden vazgeçenler emperyalizmin pençesine düşmekten, kapitalist sistemin basit bir halkası olmaktan kaçamazlar.
     Ülkemizin ve bölgemizin ortak geleceği açısından yaşamsal önemde bir başka sorun, Amerikan emperyalizminin ve kuklası İngiltere'nin Irak'a karşı giriştiği insanlık dışı saldırıdır. ABD-İngiltere ikilisinin yeni yılla birlikte başlattıkları ve (yaptıkları işin emperyalist-faşist sömürgeci özünü tam anlamıyla yansıtan simgesel bir adı seçme pervasızlığını göstererek) Nazi komutanı Rommel'in lakabı olan "Çöl Tilkisi" adını verdikleri bu harekât, uluslararası hukuku açıkça ve kasten ayaklar altına alan bir savaş suçudur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin, yani uluslararası hukuka göre bu alandaki tek meşru otoritenin kararı olmaksızın, aksine Konsey çoğunluğunun iradesini açıkça çiğneyerek girişilen bu saldırı (Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, saldırının başladığı günü "Birleşmiş Milletler ve dünya için hazin bir gün" olarak tanımladı), ABD'nin dünya ve bölge egemenliğini sağlamak için her hukuksuzluğu göze aldığını bir kez daha kanıtlıyor.
     Ne yazık ki, ülkemiz bu savaş suçuna yataklık yapma durumuna düşürülüyor. ABD ve İngiliz uçakları İncirlik üssünden vızır vızır kalkıyor. Bombalıyor, yakıyor, yıkıyor, öldürüyor, taş üstünde taş bırakmıyor; bir halkı, köklü bir kültürü mahvediyor. Hiç kimsenin halkımızı, komşusunu boğazlaması için evini eşkıyaya açan onursuz kişi rolüne mahkûm etmeye hakkı yoktur. 550 kişilik parlamentoda sadece 59 milletvekili olduğu halde hükümet kurma yetkisine kavuşan DSP lideri Ecevit, yakın yıllarda siyasal kariyerini "Irak dostu" kimliğiyle sürdürdüğü halde, köprülerin altından çok su geçmiş olacak ki, bu duruma sesini bile çıkarmıyor.
     Ortadoğu petrollerinin mutlaka ABD'nin denetiminde kalması için yürütülen bu savaşta halkımızın en ufak bir çıkarı yoktur, aksine büyük zararları vardır. İncirlik üssü derhal kapatılmalı, ABD-İngiliz saldırganları durdurulmalıdır. Amerikan savaş makinesinin reklamcılığına soyunan, kraldan çok kralcı medyanın sersemletme bombardımanı altında kalan halkımıza anti-emperyalist mücadelenin önemi döne döne anlatılmalı, Kürt sorununda barış çizgisini reddetmekle ABD'nin oyununa boyun eğme arasındaki ilişki gösterilmelidir. Birleşmiş Milletler'in verdiği rakamlara göre, 1996 yılına kadar sırf ilaç ve gıda ambargosu nedeniyle Irak'ta beşyüz bin çocuk ölmüştü. Günümüzde ise çocuk ölümlerinin sayısı ayda beş bin düzeyinde seyrediyor. Ağır bombardımanlar bu sürekli kitlesel kırımı daha da feci boyutlara yükseltiyor.
     Ortak geleceğimiz için büyük önem taşıyan bir başka sorun, NATO'nun Kosova sorununu bahane ederek Yugoslavya'ya saldırmasıdır. 50. yılını Yugoslavya'yı yakıp yıkarak kutlayan NATO, bilindiği gibi, kesin olarak ABD'nin denetiminde olan bir saldırı örgütüdür. Sovyetler Birliği'nin dağıldığı, sosyalist ülkelerin yıkıldığı, yani NATO'nun varlığı için kullanılan bütün bahanelerin ortadan kalktığı bir dünyada NATO, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan'ı da içine alarak daha da genişliyor. Bu üç ülkenin fiilen ve resmen NATO komutası altına girmesinin hemen ardından, ABD, evet efendimcisi İngiltere ve öbür Avrupa Birliği ülkeleri, Yugoslavya'ya karşı hava harekâtını başlattılar. NATO'cular, Tony Blair ve Xavier Solana gibi bir de utanmadan solculuk ve sosyalistlik taslayan (ve ne yazık ki Türkiye'de de Baykal'ın ve benzerlerinin "yeni sol" adına taklit etmeye çalıştıkları) yetkililer başta olmak üzere, saldırıyı "insani gerekçeler"e dayandırıyorlar. Yugoslav ordusunun ve yarı-askeri çetelerin baskı, taciz ve cinayetlerine maruz kalan Kosovalı Arnavutlar'ı korumak, bir halkın kırıma uğratılmasını önlemek istediklerini iddia ediyorlar.
     İkinci Dünya Savaşı'ndan günümüze her yerde halklarını katleden kanlı diktatörlerin koruyuculuğunu yapan, onlara her türlü askeri ve diplomatik desteği veren, işkencecilerini ve ölüm tugaylarını eğiten, bizzat kendisi de Vietnam, Laos ve Kamboçya'da tarihin en büyük kıyımlarını işleyen ABD'nin ve uşaklarının iyi niyetine, insani amaçlarına kim inanır? Yukarıda belirttiğimiz gibi, Irak'ta ayda beş bin çocuğun açlıktan ve ilaçsızlıktan ölmesini gözünü kırpmadan "zorunlu bir uygulama" diye savunan ABD mi insani amaç taşıyor ve Kosova halkını "kurtarmaya" çalışıyor? Buna kargalar bile güler.
     Şüphesiz Kosovalı Arnavutlar, sosyalizmden kapitalizme geri dönüş sürecinden büyük kayıplarla çıktılar. Milliyetçi yeni Yugoslav yönetimi, Kosova'nın özerkliğini iptal etti. Arnavut dilinde eğitim veren üniversiteyi kapattı. Şovenist-faşist çeteler eliyle Kosovalı Arnavutlar'a karşı korkutma, suikast, kaçırma, toprağından sürme, ev ve köy yakma türünden taktikleri birleştiren bir ezme politikası uygulandı. Kosovalı Arnavutlar, ellerinden alınan bütün haklara yeniden kavuşmalı, bütün ulusal ve kültürel özgürlüklerden yararlanmalıdır. Bir halkın köleleştirilmesi ve katledilmesi tabii ki asla kabul edilemez.
     Ancak ABD'nin derdi Kosovalılar'ın haklarına kavuşması değil, Balkanları kendi denetimine almak, dünya egemenliği yolunda önüne dikilebilecek bütün güçlere karşı yeni köprübaşları elde etmek, Rusya'ya karşı kuşatma harekâtında kullanacağı yeni üsleri kurmak, halkları birbirlerine karşı oynayarak kapitalist-emperyalist soygun düzeninin tıkır tıkır işlemesini sağlama bağlamaktır. Yugoslav yönetimi Ramboye'deki diplomatik görüşmelerde Kosovalılar'a özerklik vermeyi kabul ettiği, Arnavutlar'ın haklarına saygı göstereceğini taahhüt ettiği halde sırf NATO birliklerinin Kosova'da konuşlandırılmasını kabul etmediği, topraklarını ABD'ye açmayı reddettiği için cezalandırılıyor.
     Yugoslavya'ya karşı girişilen saldırılar durdurulmalı, Kosovalılar'ın eşitlik ve özgürlüğü, Yugoslavya'nın bağımsızlığı çerçevesinde halkların barış içinde yaşaması ilkesine dayanan bir çözüm bulunmalıdır. Rusya'nın, Çin'in, Hindistan'ın ve dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan ülkelerin uluslararası hukuka uygun böyle bir çözümü önerdiği biliniyor. Ne var ki bu çözüm, Kosovalılar'ın haklarını garanti altına aldığı halde ABD emperyalizminin çıkarlarına uygun olmadığı için NATO tarafından reddediliyor. Yugoslav yönetimi ile Kosovalı Arnavutlar'ın lideri İbrahim Rugova arasında yapılan görüşmeler desteklenmelidir. Barışçı çözüme fırsat tanınmalıdır.
     Türkiye ise bir kez daha ABD'nin oyununu oynamak durumunda bırakılıyor. Türkiye, bir yandan "içişlerine karışmama"ya dayandırdığı kendi geleneksel tezlerinin tam tersini savunmak durumunda kalışını nasıl açıklayacağının sıkıntısını yaşarken, bir yandan da hava saldırılarına katılıyor ve hatta ABD'nin isteği halinde bir kara savaşına katılabileceği yönünde açıklamalar yapıyor. Türkiye, Balkan Savaşları'nın bu yeni baskısına katılmamalıdır. Mehmetçik, NATO'nun emperyalist savaşında maşa olarak kullanılmamalıdır.      Türkiye ülkemizin ve bölgemizin ortak geleceği açısından işte böylesine yaşamsal önem taşıyan sorunlarla dolu bir ortamda seçime gidiyor. 18 Nisan 1999 seçimleri, seçimlerin yapılıp yapılmayacağı konusunda uzun tereddütlerden sonra nihayet kesinleşti. Liderleri tarafından harcanan milletvekillerinin seçimleri erteleme girişimi başarıya ulaşamadı. Seçimlerden Fazilet Partisi'nin birinci parti olarak çıkacağı düşüncesiyle özellikle askeri çevrelerin ve büyük iş çevrelerinin seçime gönülsüz yaklaşımı, bu çevrelerde Öcalan'ın yakalanmasından sonra DSP'nin öne geçtiğine ve DSP-ANAP arasında istikrarlı bir koalisyon oluşturma fırsatının ortaya çıktığına dair tahminlerin ağırlık kazanmasıyla değişti. Bu farklı beklentiye uygun olarak Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Koç Holding başkanı Rahmi Koç ve TÜSİAD seçimlerin yapılması yönünde açıklamalar yaptılar. Büyük medyanın bu yöndeki kesin desteğiyle ertelemeci milletvekillerinin girişimi suya düştü.
     Görüldüğü gibi, seçimler, Türk siyasetine ve ekonomisine yön veren çevrelerin işine geldiği, hesaplarına hizmet ettiği ölçüde öne çıkarılan veya geriye atılan, değer kazanan veya değer yitiren teknik bir işlem durumuna indirgenmiş bulunuyor. İşlerine gelmeyen bir sonuç alındığında (ki bu güçlü bir olasılıktır; DSP-ANAP oylarının iktidar sağlayacak bir çoğunluk oluşturamaması ve herşeye rağmen FP'nin seçimlerden en büyük parti olarak çıkması mümkün görünüyor; ve bilindiği gibi FP, yeni program taslağını Genelkurmay'a gönderip görüş isteyecek kadar "yumuşatılmış ve hizaya sokulmuş" olduğu halde, yüksek bürokrasinin ve en büyük iş çevrelerinin stratejik politikaları açısından hâlâ bir sorun teşkil ediyor), seçim sonuçlarının hiç de dikkate alınmayacağı şimdiden bellidir. Düzenin sahiplerinin böyle yaklaştığı bu seçimlere yüce anlamlar atfetmenin, "demokrasi gerçekleşiyor", "halkın iradesine başvuruluyor" gibisinden hayaller beslemenin en ufak bir mantığı bulunmuyor. Bu seçimlerde de, Cumhuriyet tarihi boyunca olduğu gibi, komünizm yasak; işçi sınıfının ve emekçi halkın temel çıkarlarını, halkların eşitliğini ve özgürlüğünü marksist-leninist bir programla özgürce savunmak yasak.
     Komünizmin ve devrimin savunulması önüne konulan bu engellere ilaveten yüzde 10 barajı, seçime katılabilen legal sosyalist ve legal demokratik partilerin yolunu baştan kesiyor. Legal sosyalist ve legal demokratik parti ve çevrelerin bir araya gelemeyişi, seçmen karşısına ortak bir cephe halinde çıkamayışı durumu daha da kötüleştiriyor. İMF politikalarından vazgeçilmesi, özelleştirme vurgununa son verilmesi; Kürt sorununun barışçı biçimde çözülmesi; NATO'dan çıkılması, ABD ile ikili anlaşmaların iptal edilmesi, İncirlik üssüne el konulması, tam bağımsızlık çizgisinin benimsenmesi; komşularla barışı esas alan bir dış politika izlenmesi, Irak ve Yugoslavya'ya yönelik saldırılara son verilmesi; 1982 anayasasının kaldırılması ve yaşama, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesi; idam cezasının kaldırılması ve toplumsal yaraları saracak bir genel af ilan edilmesi vb. çerçevesinde oluşturulacak ortak bir özgürlük, eşitlik ve barış platformu fırsatı ne yazık ki kaçırıldı.
     Seçimlerde hepsi de NATO'cu, hepsi de İMF'ci, hepsi de militarizmi ve şovenizmi savunan burjuva partilerine oy verilmemelidir. ANAP'a, DYP'ye, DSP'ye, Fazilet'e, MHP'ye, BBP'ye oy yok! Halkın temel çıkarlarını ve özgürlükleri için parmağını bile kıpırdatmayan, Tony Blair taklitçisi CHP'ye oy yok! Milliyetçilik ve militarizm bayraktarlığı yapan sahte sol İP'e oy yok! Komünistler, ortak bir platform oluşturma basiretini gösteremeyen SİP, ÖDP, HADEP, DBP ve EMEP gibi legal sosyalist ve legal demokratik partilerden hangisine oy vereceklerini kendi yörelerindeki somut duruma göre kararlaştırmalıdırlar. Yerel seçimlerin özellikleri dolayısıyla gerekli buldukları taktik esneklikleri de uygulayabilirler.
     Ülkemizin, bölgemizin ve dünyamızın ortak geleceği için kapitalist-emperyalist sistemin boyunduruğunu kırmak için, NATO'nun fiyakasını bozmak, halkların kardeşliğini gerçekleştirmek için mücadeleye devam edeceğiz. Marks ve Engels'in 150 yıl önce dediği gibi, zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok. Kazanacağımız bir dünya var.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Haydi unutmayalım bu dayanışmayı
 Sendikalar Referandumda Neden "Hayır" Diyor?
 DİSK Anayasa Referandumunda Neden "Hayır" Diyor?
 12 Eylül Anayasası'na da, AKP Anayasası'na da Hayır
 Sahibinin Sesi Engin Ardıç, Yalancısın
 Bölünmüş Burjuvazi ve AKP'nin Stratejisi
 Merhaba
 Komünizme Adanmış Asırlık Bir Yaşam
 1 Mayıs 97 Açıklaması
 GERÇEK MUHALEFET EMEK, BARIŞ, DEMOKRASİ Bloku'dur - 21 Kasım 2002
 SEÇİM SONUÇLARINA İLİŞKİN 5 KASIM 2002 TARİHLİ DEĞERLENDİRMEMİZ
 Sonuç Bildirisi - 6 Ekim 2002
 EMEK-BARIŞ-DEMOKRASİ BLOKU'NUN SEÇİM AÇIKLAMASI - 4 Ekim 2002
 ÜRÜN YAYIN KURULU'NUN KAMUOYUNA DUYURUSU - 27 Eylül 2002
 UZAKLARDAN YAKIN BİR DOST