Sosyalist Dergi: 21 |  ÜRÜN |
ÇANKAYA SAVAŞLARI

Cumhurbaşkanlığı seçimleri Cumhuriyet tarihi boyunca hep sancılı oldu. Siyasal kültürdeki despotik-şefçi gelenekten kaynaklanan nedenlerle cumhurbaşkanları kendilerine yumuşak ve sembolik yetkiler tanıyan anayasalar altında bile anayasada yazılı olan yetkilerinden çok daha fazlasını fiilen kullandılar ve rejim içinde kilit bir rol oynadılar. 12 Eylül faşizminin ürünü olan 1982 anayasası cumhurbaşkanını başbakanla birlikte resmen yürütmenin iki başından biri durumuna getirdi. Cumhurbaşkanı parlamenter rejimlerde söz konusu bile olmayacak yetkilerle donatıldı. Anayasanın 104. maddesine göre, cumhurbaşkanı

-yasama alanında

Türkiye Büyük Millet Meclisini gerektiğinde toplantıya çağırmak, kanunları yayınlamak, kanunları tekrar görüşülmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri göndermek, Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunmak, kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün, tümünün veya belirli hükümlerinin Anayasaya şekil veya esas bakımından aykırı oldukları gerekçesi ile Anayasa Mahkemesinde iptal davası açmak;

-yürütme alanında

başbakanı atamak ve istifasını kabul etmek, başbakanın teklifi üzerine bakanları atamak ve görevlerine son vermek, gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu başkanlığı altında toplantıya çağırmak, yabancı devletlere Türk Devletinin temsilcilerini göndermek, Türkiye Cumhuriyetine gönderilecek yabancı devlet temsilcilerini kabul etmek, milletlerarası andlaşmaları onaylamak ve yayınlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek, genelkurmay başkanını atamak, Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya çağırmak, Millî Güvenlik Kuruluna başkanlık etmek, başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak, kararnameleri imzalamak, Devlet Denetleme Kurulunun üyelerini ve Başkanını atamak, Devlet Denetleme Kuruluna inceleme, araştırma ve denetleme yaptırtmak, Yükseköğretim Kurulu üyelerini seçmek, üniversite rektörlerini seçmek;

-yargı alanında

Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilini, Askerî Yargıtay üyelerini, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek yetkisine sahiptir.
Bu kadar yetkiyle donatılmış sorumsuz bir cumhurbaşkanı halkın egemenliğini fiilen gasp etmiş işbirlikçi kapitalist oligarşinin çeşitli kanatları açısından stratejik bir öneme sahiptir. Yasama, yürütme ve yargı erklerini böylesine etkileyebilen, silahlı kuvvetler, hukuk kurumları, üniversite sistemi ve diplomasi üzerinde söz sahibi bir makamı elinde tutan çevrelerin siyasal ve ekonomik olarak rakiplerine göre çok daha avantajlı durumda olacağı açıktır.

Dinci çevrelerin 28 Şubat 1997 müdahalesiyle "ayağı suya ererek" emperyalizme ve kapitalist düzene tamamen teslim olan kesimlerini temsil eden AKP'nin parlamentodaki büyük sayısal üstünlüğü sonucu cumhurbaşkanlığını tek başına belirleyebilecek güce erişmesi devlet seçkinleri arasında büyük huzursuzluk doğurdu. Oysa AKP'nin önünü, bizzat emperyalizmin işbirlikçisi tekelci sermaye çevrelerinin ve devlet seçkinlerinin yarım asırdır izledikleri ve çeyrek asırdır şiddetlendirerek sürdürdükleri işbirlikçilik-şovenizm-gericilik karışımından başka bir şey olmayan Türk-İslam-NATO sentezcisi politikalar açtı. Dünyevi-laik Kemalizm ile ilahi İslamcılığı, Batıcılık ile Doğuculuğu, Türk milliyetçiliği ile milliyetler üstü İslam kardeşliğini, pozitivizm ile imancılığı, ulus egemenliği ile Allah egemenliğini, TÜSİAD yandaşlığıyla MÜSİAD yandaşlığını birleştirme planları bu sonuca yol açtı. Yabancı ve yerli büyük sermaye çevreleri, emperyalizme ve siyonizme teslimiyeti, her yolla zenginleşme hırsını, emekçi halka düpedüz bir sömürge halkı muamelesi yapma zihniyetini ortak payda yaparak iki ayrı dünya görüşünü, iki ayrı siyasal akımı despotik sermaye devletinin militarist, otoriter, totaliter ve bürokratik egemenliğinin aracı olarak kullandılar. Aslında sömürü düzenine karşı mücadele eden işçi sınıfına ve emekçilere, eşitlik ve özgürlük isteyen halklara, eşitlik ve özgürlük özlemlerinin taşıyıcısı sola karşı rejimin payandası olarak kullandıkları bir çevrenin ne kadar "dönmüş" ve "ılımlı" hale gelmiş de olsa, yerel yönetimler, parlamento ve hükümetten sonra cumhurbaşkanlığını da eline geçirerek "gereğinden fazla" güç kazanacağını hesap eden büyük iş çevreleri ve yüksek bürokrasi, AKP'nin gözünü korkutma taktiği izlediler.

21 Mart 2005 günü Mersin'de Newroz gösterileri sırasında bayrak yakma provokasyonu, bütün yurtta yaygınlaştırılan linç girişimleri, 9 Kasım 2005'te Şemdinli'de "iyi çocuklar"ın bombalama eylemi, 5 Şubat 2006'da Trabzon'da Rahip Santoro cinayeti, 6-11 Mayıs 2006 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesine üç kez bomba atılması, 17 Mayıs 2006'da Danıştay baskınında hakim Mustafa Yücel Özbilgin'in öldürülmesi, 17 Ocak 2007'de Ermeni halkının sosyalist evladı ve halkların kardeşliğinin yiğit savunucusu Hrant Dink'in öldürülmesi, 18 Nisan 2007'de Malatya'da 3 misyonerin kesilmesi gibi kontrgerilla eylemleri Çankaya savaşlarının birer perdesiydi. 18 Mayıs 2007'de Mustafa Yücel Özbilgin'in Kocatepe Camisi'nde yapılan kitlesel cenaze töreninde bakanların tartaklanması ve Başbakan Erdoğan'ın yuhalanması, 14 Nisan 2007'de Ankara'da yapılan "Çankaya laiktir, laik kalacak" temalı büyük protesto mitingi de kitlelerin aynı amaç doğrultusunda seferber edilmesiydi. 367 oy bulunmadan cumhurbaşkanlığı oylamasına geçilemeyeceği, Anayasa Mahkemesine başvurularak oylamanın iptal edilebileceği de kullanılan hukuksal tehditler arasındaydı.

AKP iktidarı da bu korkutmacalara Şemdinli iddianamesinde genelkurmay başkanını suçlayan ifadelere yer verdirerek, "Sauna operasyonu" ve "Atabeyler operasyonu" gibi özel kuvvetler komutanlığıyla bağlantılı askerlere yönelik emniyet operasyonlarını yaptırarak, Danıştay baskını eylemcisi Alpaslan Aslan'ın "ulusalcı" çevrelerle ilişkilerini ortaya koyan belgeleri, medyaya yönelik değerlendirmeler içeren genelkurmay andıcını ve emekli amiral Özden Örnek'in gerçekleştirilememiş darbe planlarını anlatan güncelerini, Hrant Dink cinayeti eylemcilerinin Jitem'le bağlantılarını vb. medyaya sızdırarak karşılık verdi. Ayrıca, büyük iş çevrelerini ve büyük medyayı, hukuksuz özelleştirmeleri, vergi yolsuzluklarını ve ihaleleri hem teşvik öğesi, hem tehdit silahı olarak kullanarak hizaya getirmeye çalıştı. İkinci büyük medya grubu olan Ciner medyasına TMSF aracılığıyla el koydu.

Bütün bu süreç boyunca hem üst düzey generallerle ABD yönetimi arasında, hem de üst düzey iktidar temsilcileriyle ABD yönetimi arasında sürekli pazarlıklar cereyan etti. Bu pazarlıklar neticesinde AKP'nin iktidardan uzaklaştırılmasını öngören bir plana ABD'den onay çıkmadı.
Büyük iş çevrelerinin ve yüksek bürokrasinin her hamlesine, hükümetin, emniyet örgütünü kullanarak ve elindeki siyasal, ekonomik ve hukuksal kozları kullanarak cevap verdiği bu didişme sonucunda, hem devlet içinde, hem toplumda bir tarafta Silahlı Kuvvetler'in ve destekçilerinin, diğer tarafta AKP hükümeti, emniyet ve destekçilerinin bulunduğu bir saflaşma meydana geldi. Ama sonuçta, bugün itibarıyla Silahlı Kuvvetlerin 28 Şubat müdahalesiyle Erbakan hükümetini düşürmesi türünden bir müdahaleyi başaramadığı gibi, AKP'nin gözünü de yeterince korkutamadığı anlaşıldı. Cumhurbaşkanlığının AKP'nin eline geçmesinin engellenmediği, AKP'nin de Tayyip Erdoğan yerine ondan tek farkı daha yumuşak bir görüntü vermek olan Abdullah Gül'ü aday göstermek durumunda kaldığı geçici bir uzlaşma çıktı. Kuşkusuz bu uzlaşma, her iki kanadın huzursuz birlikteliğinin yarattığı ve güç dengeleri değiştikçe daha da alevlenmesi kaçınılmaz olan iç çelişmeleri ve çatışmaları ortadan kaldırmıyor.
Egemen güçlerin kendi içindeki bu çatışma sırasında kapitalist sermaye gruplarının yağması alabildiğine devam etti. Bu yağmanın en değerli parçasını oluşturan TÜPRAŞ'ın Koç Holding'e peşkeş çekilmesi, Danıştay'a yönelik kanlı saldırının ardından Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu'ndan mülkiyet devrine şaşırtıcı biçimde onay çıkmasıyla gerçekleşti. Cumhuriyet gazetesinin yargıyı etkilemeyi amaçlayarak bu onay öncesinde TÜPRAŞ'ın Koç Holding'de kalması için yürüttüğü kampanya da, burjuvazinin çeşitli kanatlarının halka karşı birlikte davrandıkları, aynı zamanda birbirleriyle de kapıştıkları iktidar mücadelesinin karmaşık labirentlerinin göstergesiydi.

Cumhurbaşkanı hangi politikaların izleyicisi ve uygulayıcısı olacak? Kapitalist sömürüyle yoksulluğa mahkûm edilen işçilerin, köylülerin ve emeğiyle yaşayan herkesin sesini mi duyacak, yoksa zenginlerin dostu mu olacak? Bağımsızlığı mı savunacak, yoksa ülkenin Amerikan ve NATO garnizonu olarak kalmasını mı içine sindirecek? Kamu mülkiyetinin kapitalist şirketlere hediye edilmesini mi onaylayacak, kamu mülkiyetini emekçilerin refahı için kullanmanın koşullarını yaratacak bir işçi ve emekçi kontrolünden yana mı çıkacak? Avrupa Birliği kapısında el pençe duran bir kapıkulu zihniyetini mi benimseyecek, bağımsız ve demokratik bir kalkınma yolunun yerini hiçbir şeyin tutamayacağını mı haykıracak? Gümrük Birliğini allayıp pullayarak küçük ve orta işletmelerin, bağımsız sanayinin çökmesine seyirci mi kalacak, yoksa yeni bir ruhla emekçilere refah sağlayacak bir planlı ekonomiden yana mı olacak? Kürt kardeşlerimizin eşitlik ve özgürlük özlemlerini anlayışla karşılayıp kanayan yaraları mı saracak, şovenizmi kışkırtıp halkların boğazlaşmasının yolunu mu döşeyecek? Ermeni kardeşlerimizin acılarını dile getirmesini sevgiyle mi karşılayacak, yoksa en değerli dostlarımızın düşman ilan edilip öldürülmesini kaçınılmaz mı bulacak? Militarizme teslim mi olacak, özgür yurttaşların barışçı yaşamını mı gözetecek? Amerikan sömürgecilerine ve İsrail siyonizmine karşı mücadele eden komşu halkları mı destekleyecek, emperyalizmin ve siyonizmin savaş planlarında piyon olarak yer almaktan gurur mu duyacak? Kadın haklarını tutarlı biçimde, tam eşitlik anlayışıyla mı savunacak, yoksa mülk sahibi ve eğitimli küçük bir kadın azınlığının vitrinde tutulmasını yeterli mi sayacak? Çocuk emeğinin en ağır biçimde istismarına boş gözlerle mi bakacak, yoksa onlara doya doya oyun oynayıp kendilerini geliştirebilecekleri ortamı mı sağlatacak? Tutarlı ve demokratik bir laikliğin gereği olarak din ve devlet işlerini kesinlikle birbirinden ayırmaktan, zorunlu din derslerini ve diyanet kurumunu kaldırmaktan yana mı olacak, fiili bir devlet dininin kamu yaşamında egemen olmasına razı mı gelecek? Düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne sahip mi çıkacak, engizisyon baskısına boyun mu eğecek? Eğitim ve sağlık sistemlerinde paran kadar konuş döneminin sürmesine mi göz yumacak, herkese parasız sağlık ve parasız eğitim hedefini mi benimseyecek? İşsizlerin haykırışını mı duyacak, işsizlik olmazsa ucuz işgücü olmaz, ucuz işgücü olmazsa rekabet şansını kaybederiz diyen vicdansızların bencil hesaplarını mı akılcı bulacak?

Gerçek sorular ve gerçek sorunlar bunlar. Cumhurbaşkanının kim olacağı değil, bu sorular ve sorunlara verdiği cevaplar önemli. Biz bu sorunlar ve sorular çevresinde mücadele etmeye devam edeceğiz. Çankaya savaşlarında şu ya da bu sermaye grubunun peşine takılmayacak, köklü bir sistem değişikliği için, işbirlikçi kapitalist oligarşinin gasp düzenine son verilmesi için, emperyalizmin ve uzantılarının egemenliği yerine halk egemenliğinin gerçekten kurulması için çalışacağız.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Kapitalizme karşı savaş, halklar için barış
 CHP Kongresi
 AKP'nin Siyasal Felsefesi
 Tarih ‘meşhurların tarihi' değildir
 AFRICOM: Washington'un Yeni Emperyalist Silahı
 Eğitim Sen İstanbul Üniversiteler Şubesi Asistan Forumu Sonuç Bildirgesi
 Büyük Alevi Kurultayı Sonuç Bildirgesi
 Basın Açıklaması: SİP'in Çirkin Saldırısını Püskürteceğiz
 SİP Üzerine Cemal Toprak'la Söyleşi II
 SİP Genel Başkanlığı'na Açık Mektup: TARİH SİZİ AFFETMEYECEK!
 Bir Belge: Kemal Okuyan'la Söyleşi
 Onbeşler'i Andık
 1 Mayıs 2010: İşçi sınıfı Taksim'de
 Kürt kardeşlerimize dokunamazsınız
 Tekel Direnişinin Berlin Örgütlenmesi