Türkiye'nin en yaşlı komünisti Mehmet Bozışık 27 Ağustos 1998 Perşembe günü saat
17.30'da sonsuzluğa göç etti. Son gününe kadar emeğin
kurtuluşu için yılmadan savaşan örnek devrimci Boz Mehmet
yoldaşın işçilerin ve köylülerin devrim mücadelesi içinde
yaşayacağını bir kez daha vurguluyor, anısı önünde saygıyla
eğiliyoruz.
Mehmet Bozışık hayatını anlatıyor:
İlk önce kendimi tanıtayım sizlere. Adım Boz Mehmet. Soyadım Bozışık. Anam
Güzel Şerife isminde, otuz yaşında verem hastalığından ölen
az topraklı bir köylü ailesinin kızı. Babam 52 yıllık
hayatının 45 senesini tütün işçisi olarak çalışarak geçirmiş
Kara Hüseyin adında bir işçi. İşte ben beş çocuk sahibi olan
bu ailenin en küçüğüyüm. Doğum yerim, 1912 senesine kadar
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde olan, bugün ise Yunan
hükümetinin idaresi altında bulunan Kavala şehridir. Doğum
tarihim 21 Eylül 1901. (Ürün Kitap Dizisi, 28-29 Ocak 1997, Sayı
1, s. 26.)
1908'de İttihat ve Terakki Fırkası Selanik ve Kavala'da padişah Abdülhamit'e
karşı nümayiş (gösteri) düzenliyordu. İnsanlar hürriyet,
adalet, müsavat (eşitlik) ve cemiyet marşlarıyla yürüyorlardı.
Onların en arkasından da çember çeviren çocuklar koşarlardı.
İşte o çocuklardan biri de bendim. (Nazım Alpman'ın Mehmet
Bozışık'la sohbeti, Milliyet, 1 Mayıs 1994, s. 19.)
POLİTİK kimliğime gelince, 1918 senesinde Yunanistan'ın Kavala kentinde, bugün
Türkiye Cumhuriyeti'ndeki oportünist, satılmış sendikalara
benzemeyen gerçek kızıl işçi sendikasında marksizmle,
komünizmle tanıştım. (Ürün Kitap Dizisi, 28-29 Ocak 1997, Sayı 1, s. 26.)
Yunanistan Komünist Partisi 1918 senesinde kurulmuştu. Partiye bağlı kızıl sendika
vardı. Ben sosyalizmle ilk temasımı o sendikada yaptım. O sıralar
okuldan sonra tütün işçisi olarak çalışıyordum. ...Ben 1920
ve 1921 yıllarında Kavala'da bir komite kurmuştum. Para toplayıp
Anadolu'ya Kurtuluş Savaşına yolluyorduk. Yunan komünistleri de
savaşa karşı çıkan bildiriler dağıtıyorlardı. Bütün
dünyada savaş bitti, bizim askerlerimizin Anadolu'da ne işi var?
Anneler evlatlarınızı emperyalist savaşa göndermeyin'
diyorlardı. (Nazım Alpman'ın Mehmet Bozışık'la sohbeti,
Milliyet, 1 Mayıs 1994, s. 19.)
Mübadil' olarak 1924'te Türkiye'ye geldim. İstanbul'da tütün işçiliği
yapmaya başladım. Merkezi Kabataş'taki Yaprak Tütün İşçileri
Cemiyeti'ne üye oldum. Kardeşim de cemiyetin kurucularından
biriydi, cemiyetin 30 bin üyesi vardı. (Emin Karaca, "Eski
Tüfeklerin Sonbaharı", Milliyet, 15 Ekim 1995, s. 29.)
Sene 1924, 15 Aralık. Olay Beyazıt'ta İstanbul Mebusu Kavalalı Hüseyin Bey'in
çalıştırdığı, 300'ün üstünde işçi çalışan tütün
işyerinde başlamıştır. Konu uzun süre çalışmaya karşı ve
yevmiyelerimizin arttırılmaması. Hareket başarı ile
sonuçlanıyor. Çalışma saatlerimiz eskiye nazaran azaltılıyor
ve 150 Kuruş olan yevmiyelerimiz 250 Kuruşu istemememize rağmen
250 kuruşla sonuçlanıyor. Patronun yaptığı araştırma üzerine
olayı çıkaranların baş sorumlusu olarak Hasan, Salih ve Boz
Mehmet olarak üç kardeş tesbit ediliyor ve işten atılıyor. Üç kardeş bu hareket karşısında işçilerden yardım istemesine
karşın bu yardım işçiler tarafından yapılmıyor. Üç kardeş işsiz kalıyor. Bu olay Kavala'dan mübadil olarak geldiğimizin
5. ayında oluyor. Yani 1918 senesinde Yunanistan'ın Kavala kentinde kurulan Yunan Komünist Partisi'nin resmen kurulduğunun
6. senesinde oluyor. Ve üç kardeş üzerinde büyük etkisi oluyor. Kardeşim Salih işyerinden atılma olayını Sirkeci'de Şahin
Paşa otelinin karşısında olan Hüdavendigar Kahvehanesinde anlatıyor. Yunanistan'da çalışan işçi ile Türkiye'de
çalışan işçinin mukayesesini yapıyor. Bu arada devletin başındakileri acı olarak eleştiriyor ve oradaki aydınlardan
oluşan kimselerin saldırması sonucu ağzı burnu kan içinde kalarak bulunduğu Drama oteline geliyor ve olayı bizlere anlatıyor.
Ben olay yerine gidiyorum, Hüdavendigar kahvecisi İranlıdan hesap soruyorum ve kahvehaneyi altüst ediyorum. Polis geliyor. Devleti
tahkir ettiğim iddiası ve kahvehaneye zarar verdiğim için tutuklanıyorum ve hükümete tahkirden duruşmam oluyor. Duruşmada
Yunanistan ile Türkiye'nin mukayesesini yapıyorum. Hakimin anlayış göstermesi üzerine beraat kararı alıyorum. İşte
Türkiye'de ilk siyasi tutuklama ve yargılama olayı, sene 1924, ay Aralık. (Ürün Kitap Dizisi, 10 Eylül 1997, Sayı 3, s. 59-60.)
1926 yılında Tütün İşçileri Sendikası işçileri 1 Mayıs'ta iş bırakmaya davet
eden bildiriler hazırlamıştı. 30 Nisan gecesi Kavalalı Yunus
Bahadır, elinde bir tomar bildiriyle bizim eve geldi. Bekçiler kovalamış. Bildirileri ben aldım. Maçka'dan Ortaköy'e kadar
olan bütün elektrik direklerine bunları yapıştırdım. (Nazım Alpman'ın Mehmet Bozışık'la sohbeti, Milliyet, 1 Mayıs 1994, s. 19.)
17 Eylül 1927 günü Kavalalı Çakır Hasan, beni partilemek (üye yapmak) için
Dikilitaş'a çağırdı. TKP İl Komitesi'nden Tufan, Beyoğlu Komitesi'nden Lefter ve Beşiktaş'tan Çakır vardı. O gün
hayatımın en mutlu günüdür. (Nazım Alpman'ın Mehmet Bozışık'la sohbeti, Milliyet, 1 Mayıs 1994, s. 19.)
1927 yılı Sovyetler Birliği'nde Ekim İhtilali'nin yapılışının 10. yıldönümüydü. Türkiye Komünist Partisi de bu yıldönümünü
kutlamak için bir beyanname yayınlamıştı. Beyannamede Rus işçilerinin ve halkının 10 yıl önce Ekim İhtilali'ni nasıl
yaptığını, ne gibi haklar elde ettiğini ve Sovyetler Birliği'ndeki sosyal hayat üzerine açıklamalar yer alıyordu.
Sonuç olarak da, 6 Kasım 1927 gününe tekabül eden 1917 İhtilali'nin 10. yıldönümünde biz işçilerin işi bırakmamız ve çalışmamamız isteniyordu. TKP'nin beyannamesindeki çağrıya
uyarak 6 Kasım 1927 günü çalışmayıp işi bıraktık. (Emin Karaca, "Eski Tüfeklerin Sonbaharı", Milliyet, 15 Ekim 1995, s. 29.)
Türkİye Komünist Partisi'nin üyesi olarak ilk tutuklanmam ve yargılanmamın tarihi
14 Ağustos 1928. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Sabri Bey. Tutuklanmamın ve ceza görmemin nedeni Türkiye Komünist Partisi
bildirilerini dağıtmak. Bildirilerin dağıtılma nedeni, Amerikan Tobakos Şirketi'nin Arnavut Köyündeki 600'ü aşkın işçinin
çalıştığı imalathanesinde işçilerin bir yevmiyesini Tayyare Cemiyeti'ne vermesini önlemek için Türkiye Komünist Partisi'nin
İstanbul Gizli İl Örgütünün işçiye çağrısıdır. Sonuçta işçilerin çağrıyı desteklemesi başarılı olmuştur. Bu olayda
bildirileri dağıttığım iddiasıyla tutuklanarak yargılandım, 3 ay ceza gördüm. (Ürün Kitap Dizisi, 10 Eylül 1997, Sayı 3, s.
60.)
17 Ağustos 1928'de Sultanahmet Cezaevi'ndeydim. Orada TKP Genel Sekreteri Şefik
Hüsnü, Hikmet Kıvılvımlı gibi tanınmış komünistlerle tanıştım. Beni Moskova'ya Doğu Halkları Emekçi Üniversitesi
KUTV'a göndermeye karar verdiler. Aynı yılın Kasım ayında da Kabataş'tan kalkan bir taka ile Odessa'ya, oradan da Moskova'ya
gittim. (Nazım Alpman'ın Mehmet Bozışık'la sohbeti, Milliyet, 1 Mayıs 1994, s. 19.)
KUTV'da sınıflardaki öğrenciler bütün milletlerden derleşikti. Bu uygulamayı
özellikle yapıyorlardı. Çinli, Hintli, Madagaskarlı, Japon, Afrikalı... hangi milletten olursa olsun, yan yana, diz dizeydik.
Milliyetçi önyargıları kırmak, bütün milletlerin, halkların kardeş olduklarını anlatmak, yani enternasyonalist terbiye vermek
için böyle düzenlemişlerdi sınıfları. Derslerde Fransız İhtilali'ni, Ekim İhtilali'ni anlatıyorlar, ekonomi-politik,
diyalektik ve tarihi materyalizmi öğretiyorlardı. ... Okuldaki öğretim süresinin tamamı 4 seneydi. Ancak, biz 2 seneye yakın
bir sürede tamamlamak zorunda kaldık. Çünkü 1929 İzmir tevkifatıyla partimizin kadrosu büyük bir tahribata uğramış,
çoğu tutuklanmıştı. Onların yerlerini doldurmak zorundaydık. (Emin Karaca, "Onlar Bir Zamanlar Yeraltındaydı", Gündem, 4
Haziran 1993, s. 8.)
[Türkiye'ye] 1932 yılında döndüm. (Nazım Alpman'ın Mehmet Bozışık'la sohbeti, Milliyet, 1 Mayıs 1994, s. 19.)
1932'nin Şubat ayı içinde bir gün Zeki Baştımar'ın Defterdar'daki evinde parti
kongresi toplandı. TKP 7 yıldır kongre yapmamıştı. Partiyi güçlendirmek, yeni kararlar almak, sonuç alıcı faaliyetler
yürütmek istiyorduk. Kongreye katılan delegeler partinin merkez komite üyeliklerine de seçildiler. Bunlar aklımda kaldığına
göre şunlardı: Zeki Baştımar, Emin Sekun, Tayyareci Nuri, Ahmet Fırıncı (Dede Ahmet), Giritli Kunduracı Ahmet, Reşat Fuat,
Safiye, Sıdıka, Edirneli Faik Usta, Şoför İsmail, Şoför Halit, Havzalı Salih, Samsunlu Dayı Osman, Remzi (Sakko) ve bendim.
Komünist Enternasyonal adına gözlemci olarak da Alman Greta bulunuyordu. Kongrede Kürt meselesini de tartıştık. Partimizin
eski görüşü olan, yani Kürt ayaklanmalarının arkasında İngilizler'in olduğu, yani emperyalizmin körüklediği tezini
reddettik. Kürtler için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı
ilkesini savunduk. ... Önceki yıllarda partiye zarar veren ya da
kendiliğinden ayrılıp giden Şevket Süreyya, Vedat Nedim gibiler atıldılar. Ancak, 1925 Kongresi'nden beri merkez komite üyesi
olup da o sırada İzmir davasından hapiste bulunan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Hüsamettin Özdoğu ve Laz İsmail de yokluklarında
bu kongrede tekrar MK üyeliklerine seçildiler. ...Nazım 1929'da Pavli Adası'nda yakın arkadaşlarıyla bir toplantı yapmış
diye duyduk. Ancak, onlarla bizim aramızda derin ideolojik bir farklılık yoktu. Sadece çalışma usullerinde bazı farklılıklar
ortaya çıkmıştı. O nedenle Kongre'de Nazım Hikmet ve arkadaşları hakkında hiçbir ağır karar alınmadı. Zaten
bizimle birlik olan Zeki Baştımar da katılmış Pavli toplantısına, ancak hemen ayrılmış onlardan. Nazımlar
Komintern'e başvurmuşlar, oradan da gruplarını dağıtıp bize, asıl TKP'ye katılmaları söylenmiş. Hatta Nazım Hikmetlerin
adamı Tufan Komintern'e başvurmak için Moskova'ya geldiğinde, sanırım 1934'tü, ben de oradaydım. Komintern'in 5.
Kongresi'ne hazırlık yapılıyordu. Daha sonra Tufan'ın Türkiye'ye dönmesine izin vermediler. Kaldı oralarda. Merkez
Komitesi'nin çoğunluğu Nazım'a karşı değildi. Ancak Partinin kimi birimlerinden haklarında ağır ithamlar bulunan
beyannameler neşredilmiş, duyunca çok üzüldük. (Emin Karaca, "Onlar Bir Zamanlar Yeraltındaydı", Gündem, 4 Haziran 1993, s. 8.)
Kongre'nİn hemen arkasından birbirinin peşi sıra tutuklamalar başladı. ...Karşıma
dikilen iki polis beni kıskıvrak yakaladı. O zamanlar Tünel'in sağındaki yolun başında bir karakol vardı. Polisler beni oraya
götürdüler. En büyük korkum üzerimdeki parti evlerinin adresleriydi. Ne yapayım diye kıvranırken, koyverdim küçük
abdestimi üzerime. Bunun üzerine polisler "Amma cıvık adammışsın, korkudan üzerine pisledin" diye söylendiler. Ben
de "Bırakın da helaya girip üstümü başımı temizleyeyim" dedim. İzin verdiler. Helaya girince üzerimdeki adresleri yırtıp
kubura attım. Oradan müdüriyete götürdüler. Çok işkence yaptılar bana. Polis Sadullah'ın falakasından ayak
parmaklarımdan ikisinin tırnakları koptu. Sorgulardan sonra hepimiz Sultanahmet cezaevine atıldık. (Emin Karaca, "Onlar Bir
Zamanlar Yeraltındaydı", Gündem, 4 Haziran 1993, s. 8.)
Duruşmalarımız çok hadiseli geçmişti. Mahkeme sonuçlanıncaya kadar birinci kez 60
kişiden ibaret olan biz tutuklular 9 gün açlık grevi yapmış,
karardan sonra da biz komünist tutukluların da başta Reşat Fuat olmak üzere bir bölüm yoldaşımız Ankara'ya sürülmüş, ben,
Zeki Baştımar ve Babaeskili Cevat yoldaş beraat ettiğimiz halde koyverilmediğimiz için 14 gün olmak üzere ikinci kez açlık
grevi yapmış ve 14. günü serbest bırakılmıştık. Bu olayda tutuklama tarihi 1932 Şubat, tahliye tarihi 1 Ocak 1933. (Ürün
Kitap Dizisi, 10 Eylül 1997, Sayı 3, s. 60.)
Samsun kentinde illegal olarak faaliyet sürdüren Türkiye Komünist Partisi'nin Samsun İl
Örgütü 25 Nisan 1936 senesinde Türkiye işçisi için 8 saatlik iş kanunu, sigortalarının oluşması, emekli sigortalarının
kabulü, 1 Mayıs'ın serbestçe yapılması hakkının iktidar tarafından tanınması istekleri ile beraber parti tarafından
Samsun kent telgraf direklerine orak çekiçli kızıl bayrakların asılması ve bu bayraklarda Komünist Partisine Özgürlük' ve
daha başka işçi haklarının verilmesi sloganlarının dile getirilmesinin baş sorumlusu olarak tutuklanmış, yargılanmış ve
4 yıl cezaya çarptırılmıştım.
Bu olayda ben Boz Mehmet,
Küçük Ali, Musevi olan Efraim, kardeşi Jako, tren lokomotif ateşçisi Faik yoldaş ve bağırsak fabrikasında çalışan Ömer
ismindeki 6 kişi yakalanmıştık. İşkenceli sorgudan geçtikten sonra duruşmamız olmuş, Ömer'den başka hepimiz 4'er sene
cezalandırılmıştık. ...Samsun Ağır Ceza Mahkemesinin hakkımda verdiği 4 sene kararından sonra 300'e yakın vatandaşın
bulunduğu salonda ayağa kalkmış, gür sesimle: "İşçi haklarının elde edilmesi için, komünizmin yurdumda kurulması
için 4 sene değil, idam verseniz vız gelir." diye bağırmıştım. Bu hareketim salonda bulunan bazı vatandaşlar tarafından
alkışlanmıştı. (Ürün Kitap Dizisi, 10 Eylül 1997, Sayı 3, s. 60-61.)
Sene 1942, aylardan Mayıs ortaları. Alman Hitler faşist orduları dayanmış Moskova
kapılarının önüne. Türkiye'de gerici faşist sempatizanları bayram havası içinde. Bunlar arasında Sabiha Zekeriya'nın ve
Mehmet Zekeriya'nın çıkardığı Tan gazetesinden maada bütün belli başlı Türkiye gazeteleri, ki bunlar içinde Cumhuriyet,
Yunus Nadi'nin emperyalizm-aleyhtarlığı ve demokratlık yaptığını iddia ettiği Cumhuriyet gazetesi de olmak üzere
"komünizmin sonu geldi" yazılarıyla Hitler ordularını alkışlamakta, tebrik etmekte. Bu atmosfer içinde biz Türkiye
komünistleri, kulağımızı Moskova'da Türkçe yayın yapan radyoya çevirmiş, Moskova Radyosu'nda Türkçe yayın yapan
Komünist Partisi faal üyesi olan İ. Bilen yoldaşı dinliyoruz. Alman faşist Hitler ordularının Moskova kapılarının önüne
dayandığı o günlerde Moskova Radyosunun Türkçe yayınında spiker İ. Bilen yoldaş, Stalin'in şu sloganını yayınlıyordu:
"Pobet Budet Naşa." Türkçesi: "Zafer bizim olacak." Biz Türkiye komünistleri bu sloganları sesli olarak işçi sınıfımıza,
halkımıza açıkça anlatıyorduk. Bu hareketimiz neticesinde İstanbul'da yaşamakta olan bütün komünistler tutuklanıp
Anadolu'nun ayrı ayrı kentlerine sürgün edildik. Bu arada ben de Kırşehir Mucur ilçesine sürgün edildim. Hatta sürgüne
giderken Abidin Dino ile başparmaklarımızdan bir kelepçeye vurularak Yerköy istasyonuna kadar bu şekilde gittik. Orada
ayrıldık, çünkü Abidin Dino başka bir kente gönderiliyordu. Mucur'da iki sene kadar kaldıktan sonra TKP kararıyla oradan
kaçtım. Bursa'da tutuklanıp İstanbul'a gönderildim ve Tophane askeri hapishanesine yatırıldım. O sırada Tophane askeri hapishanesinde Rıfat Ilgaz'la komuna kurup beraber yiyip içtik.
(Ürün Kitap Dizisi, 10 Eylül 1997, Sayı 3, s. 61.)
İstanbul'a gelmiştim.
Reşat Fuat yoldaşın tutuklanmasından ötürü yara alan TKP'nin
yaralarını gidermek için bana verilen görevi iki seneyi aşkın
bir süre elimden geldiği kadar yapmış, İstanbul il örgütünü
kurmuş, Kızıl İstanbul gazetesinin çıkmasını sağlayacak bir
tesisat yapılmış, velhasıl zaman ve zemine uygun herşey işçi
sınıfını tatmin edecek şekilde yerine getirilmişti. Ta ki bu
faaliyetimiz İsmet İnönü'nün 1946 senesinde yaptığı sınıf
esasına dayalı ve ona göre partiler kurulabilir demecine kadar
sürmüştü. İsmet Paşanın bu demeci üzerine TKP MK'si
toplanmış ve Dr. Şefik Hüsnü'nün başkanlığında Sosyalist
Emekçi Köylü Partisi kurulması kararı alınması üzerine
partinin faal unsurlarından oluşan 35 kişilik bir parti grubu
Tatavla'da, Kurtuluş'ta toplanmış, bir parti yöneticisi
tarafından yeni karar yoldaşlara bildirilmişti. Bu faaliyet
üzerine üzerimde bulunan TKP görevi sona ermişti ve gizli
çalışma, yani illegal faaliyet şartlara uyduğunda tekrar
yapılmak koşuluna havale edilmiş ve benim de yaptığım illegal
TKP faaliyeti son bulmuş, parti tarafından bana verilen 100 lirayı
aldıktan sonra İstanbul'u terk etmiş, İzmir'e gitmiştim.
(Ürün Kitap Dizisi, 10 Eylül 1997, Sayı 3, s. 62.)
Mürettİp olarak
Ergenekon gazetesindeyim. Bir süre sonra gazete kapandı. İşsiz
kalmadım. Güzel Demokrat İzmir gazetesinde çalışmaya başladım.
Ve Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi'nin resmen
kurulduğunun haberini gazete satırlarına yazan ilk mürettip
olmanın sevinci içinde bir süre yaşadım, ama bu uzun müddet
sürmedi. Altı ay sonra hükümetin İçişleri Bakanı Şükrü
Sökmensüer'in Türkiye Büyük Millet Meclisindeki raporunun
kabul edilmesi sonucu Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisinin
komünizm faaliyetinde bulunduğu ithamiyle TBMM tarafından
TSEKP'nin resmen kapatıldığını gazete yazdı. (Ürün Kitap
Dizisi, 10 Eylül 1997, Sayı 3, s. 62.)
1947 1 Mayıs'ında
harekete geçtim ve İzmir'de TKP'nin il komitesini kurma
görevini yerine getirmek için bu gruptan tanıştığım Macit
Bilge, Ahmet Bilge ile sıkı temas kurarak İzmir il komitesini
kurma başarısını yapmış oldum. Ve 1947 Mayıs'ının 5. günü
İzmir TKP il komitesi Karşıyaka'da Macit'in evinde kurulmuş
oldu. (Ürün Kitap Dizisi, 10 Eylül 1997, Sayı 3, s. 63.)
İzmİrde bulunduğum süre
içinde yaptığım faaliyet hakkında tek bir soru ile karşılaşmadan
İstanbula iki İzmir polisi nezaretinde tutuklu olarak gönderildim.
İstanbul Sansaryan Handaki polis müdüriyetine getirildim. Ağır
işkenceler altında sorguya çekildim. Sorgumda, Türkiye Sosyalist
Emekçi Köylü Partisi hakkındaki faaliyetlerime dair hakkımda
ileri sürülen bütün suçlamaları kabul etmem için yapılan ağır
işkencelerde her tarafım kan revan olmasına rağmen hiçbir
suçlamayı kabul etmedim.
Bu arada bu işkencelerin
yapıldığı günlerde bir gün bulunduğum hücreye İstanbul
valisi Lütfü Kırdar ile o zamanki CHP genel sekreteri Hilmi Uran
gelmişti. Hilmi Uran'ı 1943 senesinde sürgün yerim Mucurdan
tanıyordum. Polis tarafından yapılan kanlı işkenceleri onlara
gösterdim. Onlar polisi haklı çıkardılar ve benim itirafta
bulunmamı tavsiye ettiler. Verdiğim yanıt şu olmuştu:
İşkenceciler benim ağzımdan beni suçlayacak tek kelime
alamazlar.' Verdikleri yanıt şu olmuştu: O halde işkence
sürecek.' 18 Eylül 1948 günü adliyeye verilip İstanbul
Sultanahmet Hapishanesine atıldım. Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü
Partisi sanıkları ile başta Doktor Şefik Hüsnü olmak üzere
kucaklaştım. (Ürün Kitap Dizisi, Şubat 1998, Sayı 4, s. 39.)
Sene 1951... Bir süre
sonra ben de tutuklandım. Sansaryan Handa tabutluklarda hücrelerde
ihtilattan (görüşmeden) men olarak iki sene yatırıldım ve bir
süre de Harbiye Askeri Cezaevinde taş odalarda Şefik Hüsnü,
Reşat Fuat, Celal Zühtü Benice, Mihri Belli ile de beraber
yatırıldık. İki senelik süre boyunca Sansaryan Handa polis
müdüriyetinde işkenceden geçirilen ben, Mehmet Bozışık, Dr.
Şefik Hüsnü, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli ve
Enver Gökçe yoldaşlardı. Halil Yalçınkaya, merkez komitesi
üyesi olmasına rağmen ifadesi alındıktan kısa bir süre sonra
Harbiye Cezaevine gönderilmişti. Bu komünist hareketi
tutuklamasında Ankaradan, İzmirden, Eskişehirden ve İzmitten
tutuklananların sayısı 186 idi. ...Tahkikatı yapan askeri hakim
Halil Ölçer ve Birinci Şube Başmemuru Ahmet Topaloğlu. İşkence
17 yoldaşımızın akli dengesinin yitirilmesiyle neticelendi. Baş
işkenceci Ahmet Topaloğlu mükafaten Adnan Menderes hükümeti
tarafından milletvekili seçildi, bu yetmedi, milli müdafaa
vekâletine (savunma bakanlığı) getirildi, fakat insanlara yaptığı
işkencelerin tesiri ile sinir krizleri geçirdi, vakitsiz, genç
yaşta denecek durumda hastalanarak sinir rahatsızlığından öbür
dünyayı kendisine mekân olarak seçti. 17 insanın, evet onyedi
insanın, komünistin akli dengesini yitirmesine sebep olan Ahmet
Topaloğlu genç denecek yaşta savunma bakanı olarak ölünce, bu
işkenceci adamın ölümü nedeniyle arkasından gözyaşları
dökenlerden ve ona mersiye yazanlardan birisi de Cumhuriyet
gazetesinin köşe yazarı Müşerref Hekimoğlu'ydu. Bu olayı hiç
unutmadım ve unutmayacağım. (Ürün Kitap Dizisi, Şubat 1998,
Sayı 4, s. 40-42.)
Askeri mahkemede 7 sene 6
ay ceza ile Sivrihisarda 3 sene sürgün cezasını çektikten sonra
1960'ta İstanbul'a geldim. ...Bu dönemde Zeki'nin
Sultanahmette Divanyolunda açtığı yazıhanede toplanıyorduk ve
yapılması gerekli parti işlerini konuşuyorduk. Bu toplantılarımız
uzun süre devam etmedi, Zeki'nin Avrupaya gitmesi üzerine
konuşmalarımız da sona erdi. (Ürün Kitap Dizisi, Şubat 1998,
Sayı 4, s. 44.)
Bu sırada Türkiye İşçi
Partisi açıldı. Bu parti sosyalizm görüşlerini savunmada
bizlere çok yakın olduğu için ve Mehmet Ali Aybar, Behice Boran
gibi ilerici kimselerin yönetim kadrosunda bulunmasından ötürü
bu partiyi destekleme kararı aldık. Bu sıralarda yurdumuzda önemli
işçi hareketleri oldu. Biz komünistler bütün hareketleri
destekledik ve Türkiye İşçi Partisine önemli katkılarda
bulunduk. Toplantılara, yürüyüşlere önemli katkılarda
bulunduk. Ve Taksimde 1 Mayıs alanındaki mitinglerin hepsinde
kendimizi gösterdik. Hatta 1977 yılında 36 devrimci yoldaşımızın
ölümüyle sonuçlanan katliamda da oradaydık. Deniz Gezmiş ve
arkadaşlarının idamına karşı aktif protestolarda, çıkışlarda
bulunduk. (Ürün Kitap Dizisi, Şubat 1998, Sayı 4, s. 44.)
Kenan Evren ve
generallerinin 12 Eylül eyleminde bir çok ilerici yoldaşlar, hatta
ben de tutuklandım. Selimiyeye getirildim, polisin sorgusuna maruz
kaldım. 12 Eylül'de faşist general Kenan Evrenler tarafından
hayatımızın tehlikeye girdiğini sezince dış memleketlere
gitmeye karar verdik. Ben yurdumu 1981 Nisan ayında terkedip
Almanya, Rusya ve Danimarkaya göç ettim. 9 sene gibi uzunca bir
müddet orada kaldıktan sonra, Türkiye Cumhuriyetinin Kopenhag
konsolosluğuna başvurarak, Türkiyeye gelmemi sağladım ve 1989
senesinin 22 Eylül'ünde yurdumuzdaydım. İstanbul havaalanına
gelir gelmez tutuklandım ve derhal Ankaraya gönderildim. Ankarada
polisin işkence odalarında bir süre kaldıktan sonra ifademin
alınması için, görevinden ayrılır ayrılmaz faşist MHP'ye
üye olarak ne olduğunu gösteren eski başsavcı Nusret Demiral'ın
huzuruna çıkarıldım. Ve ona Kürtlerin verdiği mücadele
hakkında neler düşündüğümü bütün açıklığıyla anlattım.
Daha genç olsaydım yapabileceklerimi de söyleyip, cezası idam
bile olsa seve seve katlanacağımı belirttim. Sonunda beni Ankara
Devlet Güvenlik Mahkemesine çıkardılar. Orada da yeni MHP'li
Nusret Demiral'a söylediklerimi tekrarladım. Bir süre sonra beni
tutuklu olarak İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesine verdiler. ...O
sıralarda ceza kanununun 141. ve 142. maddelerinin kalkması
neticesi mahkeme tahliyeme karar verdi. Tarih 1990'du. (Ürün
Kitap Dizisi, Şubat 1998, Sayı 4, s. 44-45.)
Ve işte yaşantımın ilk
tutuklama tarihi 1924. Son komünistlikten tahliye tarihi 1990. Bu
tarih 9. kez yargılanmamın tarihsel dökümüdür. Aksi ispat
edilmediği takdirde komünizm suçundan en fazla burjuva
mahkemelerine çıkarılma rekorunun bana ait olduğunu iddia
ediyorum ve iddia etmekte devam edeceğim.
Mustafa Suphi neslinin,
komünizmin er geç tahakkuk edeceğinin muannit savaşçısı, işçi
sınıfı neferi M. Bozışık, yaş 96. Dokuz kez burjuva
mahkemelerinin öyküsü. Komünist hareket suçlamasından soyguncu
vahşi burjuva hükümetleri tarafından 9. kez işkenceden geçirilip
duruşmaya çıkmama ve 97 yaşıma basmama bir ay bile kalmamasına
ve yüzden fazla polisçe tutuklanmamama rağmen halen dünyada
insanların kardeş olması mücadelesini veren bir insan olarak hâlâ
yaşamaktayım. (Ürün Kitap Dizisi, Şubat 1998, Sayı 4, s. 45.)
Sİzlere sesleniyorum
işkenceciler. Kafalarınızı iyi çalıştırın, sömürücüler
hesabına aptalca, şuursuzca, budalaca hizmet yapmaktan, kendinizi
vicdan azabına sokmaktan, çoluk çocuğunuzu üzmekten vazgeçin,
insanlığın savunucusu olun. İnsanlığa büyük bir hizmet için,
insanlık adına yapmış olduğum bu sınıf mücadelesinde, faşist
hükümetler ve devlet tarafından bana yapılanlardan hiç de
şikayetçi değilim. İnsanlığa hizmet için yapılan, yani
yaptığım onurlu savaşın büyük gururu içinde bu mücadeleyi
verdim ve şimdi 97 yaşıma girmeme bir ay kala bu verdiğim
savaşların sevinci içinde yaşıyorum. (Ürün Kitap Dizisi, Şubat
1998, Sayı 4, s. 45.)
Bugüne kadar hayatımın
bir bölümü Sultan Abdülhamit, Sultan Reşat ve Sultan
Vahdettin'in padişah oldukları zamanda geçmiş bulunuyor.
Türkiye Cumhuriyetinin 9. Reisicumhurunun hakim olduğu yurdumuzda
yaşantımı sürdürmekte devam ediyorum. (Ürün Kitap Dizisi,
28-29 Ocak 1997, Sayı 1, s. 26.)
Komünİst bir rejimi
Türkiyede kurmak mücadelesinde 9 kez yargılandım, 16 sene
zindanlarda hapis yattım, 5 kez ayrı ayrı illerde, ilçelerde
sürgün hayatı yaşadım, şu anda 96 yaşıma rağmen Türkiye'de
soyguncu, sömürücü burjuva iktidarına karşı yurdumuzda
sosyalizmi kurmak mücadelesini sürdürüyorum. (Ürün Kitap
Dizisi, 28-29 Ocak 1997, Sayı 1, s. 26.)
Geçmişte bu mücadelede
hayatını yitiren tüm yoldaşlarımı başımı saygı ile eğerek
anarken, 28-29 Ocak 1921 gecesi Karadeniz'de sömürücü, soyguncu
sermaye sisteminin temsilcisi, işçi sınıfı ve halk düşmanları
tarafından TKP'nin kurucusu Mustafa Suphi ve 15 yoldaşımızın
boğdurulmasının 76. yıldönümünde yayın hayatına yeniden
başlayan ÜRÜN'e, onu çıkaran işçi sınıfı rehberlerine
sevgi ve selamlarımı sunar ve görevlerinde başarılı olmalarını
tüm varlığımla isterim. (Ürün Kitap Dizisi, 28-29 Ocak 1997,
Sayı 1, s. 26.)
Ben şimdiye kadar
sınıflar mücadelesinde üzerime düşen görevi yaptım. Ancak,
kavganın sonunu göremeyeceğim için hiç de müteessir değilim.
Dünyanın er geç komünizm aşamasına varacağına inanıyorum.
Elbette içimde ukde olan şeyler kaldı. Keşke diyorum genç
olsaydım da, elde silah kurtuluş savaşlarına katılıp döğüşürken
ölseydim. Geçen Mart ayındaki olaylardan sonra beni Gazi
mahallesine götürdüler. Orada halkın kurduğu barikatları
gördüm. O gün de, bugün de aynı şeyi özlediğimi
söyleyebilirim. Keşke Gazi mahallesindeki barikatlarda olsaydım.
Bir barikatın arkasında ölmeyi, yatakta ölmeye tercih ederdim.
(Emin Karaca, "Eski Tüfeklerin Sonbaharı", Milliyet, 15 Ekim
1995, s. 29.)
Cenazeme dini tören
yapılmasını istemiyorum. Henüz göndermedim, ama, bir süre önce
Kadıköy Belediyesi'ne hitaben dilekçe yazdım. Bu dilekçemde
"Ben marksistim ve dinsizim. Dinin halkın afyonu olduğuna
inanırım. Bu nedenle dindar insanların gömüldüğü mezarlığa
gömülmek istemiyorum. Bizim gibi insanların gömülmesi için ayrı
bir yer tahsis eder misiniz?" diyorum. Organlarımdan
yararlanabileceklerse, cesedimi kadavra olarak tıp fakültelerine
bağışlamak istiyorum. (Emin Karaca, "Eski Tüfeklerin
Sonbaharı", Milliyet, 15 Ekim 1995, s. 29.)
Kendi kaleminden kimi
görüşleri:
Bugün yurdumuzdaki
burjuva rejiminin pislikleri, kötülükleri, hepimizin gözleri
önünde ayyuka çıkmıştır. Bu kötülüklerden, bu faşist
usülden kurtulmak için gençliğe tavsiyem; iki konunun kati olarak
halledilmesi ve sosyal bir toplum, açlığın, sefaletin, sömürünün
olmadığı bir toplumun kurulmasıdır. ...Yurdumuzun önemli olarak
sıkıntısını çektiği konuların birincisi işsizlik, açlık,
sefalet, yoksulluk, hastalık konuları ile onaltı bin faili meçhul
cinayetlerin aydınlanması konusudur. İkincisi ise yirmibeş milyon
kardeş Kürt işçisinin, halkının eşitlik mücadelesidir ki, ben
bu mücadeleyi destekliyorum. (Ürün Kitap Dizisi, 15-16 Haziran
1997, Sayı 2, s. 31-32.)
Yurdumuzun ekonomik,
politik, sosyal ve kültürel bakımdan feci bir durumda bulunmasının
sonucu işçi sınıfınımızın, halkımızın önemli bir kesimi
bir lokma ekmek, bir hırka sağlamak için anavatan topraklarını,
köyünü, kendi evlerini, gecekondularını, bağını bahçesini,
doğduğu, büyüdüğü yerini, eğitim gördüğü okulunu,
herşeyini terkederek tığteber Avrupa memleketlerine
sığınmaktadırlar ve bugün yurdunu, topraklarını, evini barkını
terkeden vatandaşların sayısı, yüzlerce, binlerce değil,
milyonları aşmış bulunuyor. Bu arada yedi yüz yetmiş bin
kilometre karenin sınırları içinde bulunan Türkiye'nin bütün
varlığını, zenginliklerini, binalarını, tren hatlarını, vapur
ve işletmelerini, köprülerini, yollarını velhasıl herşeyini,
bütün zenginliği, emeğiyle yaratan Türkiye işçi, emekçi
yoksul halkın bir bölümü dış memleketlerde hasret çekerken,
sömürülürken, Türkiye'de, yurdumuzda işçi sınıfımızın,
emekli halkın cebinden, mesaisinden para çalarak Tansu Çiller
Boğaziçinde villalar kurarak, Boğazın havasını satın alarak,
şeriatçı Necmettin Erbakan'la birarada hâlâ halkımızı
amansızca sömürmektedirler. (Ürün Kitap Dizisi, 15-16 Haziran
1997, Sayı 2, s. 32.)
Yurdumuzda, gerçek bir
demokrasinin yaratılması. Bunun için bugünkü soyguncu iktidarın,
daha doğrusu demokrasi iddiasında bulunan iktidarın yalanlarının
işçi sınıfı tarafından, halk tarafından iyice gözler önüne
çıkarılması gerekmektedir. Bu mücadelenin yapılması için
gençlerimiz bu konuda seferber olmalı, hatta bu mücadele
hayatımızın bile ortaya konulmasını emrediyorsa, ki emrediyor
kanaatindeyim, bundan çekinmeyerek mücadele etmelidir. Memlekette
sınıf esasına dayalı, işçi sınıfının da, diğer partiler
gibi marksizme-leninizme istinad eden bir parti kurma hakkının elde
edilmesinin mücadelesi gerekmektedir. Ancak bu mücadele tahakkuk
ettiği takdirde, işçi sınıfı da diğer sınıflar gibi kendi
siyasi, iktisadi ve kültürel haklarına demokrasi usulüyle kavuşma
mücadelesini elde etmek suretiyle, yurdumuzda diğer Avrupa
memleketleri gibi her sınıfın parti kurma hakları gibi, bir
komünist partisi kurma hakkına kavuşacaktır. Ve bunun için
gençliğe bu konuda büyük görevler düşmektedir. Tüm yeryüzü
ülkelerinde sömürücü kapitalistlerin hakim olduğu yerlerde,
burjuva demokrasisinin yaşandığı Avrupa, Amerika ve Avustralya'da
marksizm-leninizm görüşlerine, ilkelerine dayalı devrimci işçi
sınıfının partisi olan komünist partilerinin çalışmaları
engellenmemiştir, engellenememiştir. Bu saydığım devletlerin
topraklarında komünist partilerinin çalışmaları anayasalarının
güvencesi, himayesi, garantisi altına alınmıştır ve buralarda
burjuva partileri gibi komünist partileri de harıl harıl serbestçe
çalışmaktadırlar. Komünist partilerinin çalışmalarına olanak
sağlanmadığı yerlerde, devletlerde demokrasiden söz etmek
abestir. Oralarda faşizm hakimdir. (Ürün Kitap Dizisi, 15-16
Haziran 1997, Sayı 2, s. 31-32.)
Dış politikaya
gelince. Özet olarak şöyle değerlendirebiliriz. Militarist,
şövenist, turanist ve emperyalist Amerikan saldırganlığı
emrinde ve onun direktifi ile hareket eden, kendine özgü istilacı
ve saldırgan bir politika. Bunun başlıca göstergesi Adriyatik
denizinden Çin sınırına kadar sloganıdır. Komşu devletlerle
olan ilişkilerinde hep emperyalist, Amerikan politikası çizgisini
başlıca amaç sayarak, ona göre hareket etmektedir. Irak'a karşı
beslenen Amerikan saldırgan isteklerini yerine getirmek için
Amerikan üslerinin ve çevik kuvvetlerinin Türkiye'de bulunması
ve bunun devam etmesi, Irak'a karşı düşmanlıktır. Komşu
Suriye devleti ile siyasi münasebetin gerginlik ve ciddiyeti halen
devam etmektedir. Yunanistan ile olan ilişkiler hiç de arzu edilen
komşuluk, barış sınırları içinde değildir. Akdeniz'de küçük
bir kaya parçası üzerindeki iddialar, istekler sonucu neredeyse
Yunanistan'la bir savaşa girmek üzereydik. Kafkasya devletleriyle
olan ilişkilerde Türkiye'nin politikası hiç de barış içinde
birarada yaşamak ilkesine uygun görülmemektedir. Sovyet toprakları
üzerindeki Çeçen hareketleri döneminde Türkiye'nin saldırgan
müdahalesi sonucu neredeyse Rusya ile sıcak bir savaşa girmek
tehlikesini doğurmak üzereydi. Kıbrıs adası üzerindeki politika
da hiç de iki halkın birarada kardeşçe yaşaması üzerine
oturtulmuş bir barış politikası değildir. Aksine her iki halkın
birbirine düşmanlığını doğuracak bir politika uygulanmaktadır.
Balkanlara gelince, Bosna Hersek'e gönderilen Türk askeri,
emperyalist Amerikan saldırgan politikasının bir neticesi olarak
bizlere Kore savaşını hatırlatmaktadır. 1950'lerde emperyalist
Amerikan dayatmasıyla Adnan Menderes'in Kore savaşına gönderdiği
ve Mehmetçiğin ölümüne neden olan şövenist, militarist,
turanist saldırgan savaş politikasını Türkiye kamuoyu hiç de
unutmuş değildir. (Ürün Kitap Dizisi, 15-16 Haziran 1997, Sayı
2, s. 32-33.)
Tarih, insanların sınıf mücadelesi tarihidir. Kapitalizmin, sömürünün, baskının, insan
haklarının, hukununun, adeletinin yeryüzündeki ihlallerinin
tasfiyesi ve bunun neticesi kapitalizmin çöküşü, tarihsel
gelişmenini kaçınılmaz görünümüdür ve neticesidir. Ergeç
tüm insanlar sömürüye son verecek ve tüm insanların kardeşçe
yaşabileceği bir dünyayı, komünizmi kuracak. (Ürün Kitap
Dizisi, 15-16 Haziran 1997, Sayı 2, s. 33.)
1951 Adnan Menderes
döneminde 186 komünistin tutuklanması sonucunda Harbiye
hapishanesinde komünistler arasında meydana gelen ihtilaf sonucu
partililer arasında büyük kavgalar olmuş ve bu tutuklanmada TKP,
telafisi zor yaralar alarak birkaç gruba ayrılmıştır. Bu
ayrılıkların telafisi ve aralarında görüş farklılıklarının
giderilmesi için partinin dış kanadına mensup MK üyelerinin
daveti üzerine dış memleketlere bazı yoldaşlar gitmiştir.
Bazıları ise bu davete icabet etmemiştir. İşte partimiz bu olay
üzerine büyük zararlara, firelere maruz kalarak likide edilmiştir.
Partimizin dış kanadının daveti kabul edilmiş olsaydı,
partimizin likide olmasına olanak yoktu. Yöneticiler arasında
parti çıkarı bakımından soğuk kanlı hareket edilmiş olsaydı,
partimiz bugünkü durumuna düşmezdi.
Türkiye Komünist
Partisinin likide edilmesinde başrolü oynayan Sovyetler Birliğinin
dağılışı ve TKP'yi yöneten yoldaşların hatalarıdır. (Ürün
Kitap Dizisi, 15-16 Haziran 1997, Sayı 2, s. 33.)
[Hatalarımızın] en önemlisi, Nazım Hikmet'le ilgili yaptığımız hataydı. 1938'de
Harp Okulu ve Donanma Davalarından toplam 35 yıl hapse mahkûm
edildikten ve verilen cezalar temyizce de onaylandıktan sonra Nazım Hikmet'le Hikmet Kıvılcımlı'yı sağlık nedeniyle 6 aylığına
serbest bırakmışlardı. Bir partili aracılığıyla Nazım Hikmet bana haber saldı. Durumunun partide görüşülmesi için. Şöyle
demiş Nazım Hikmet: "Bizi şimdilik serbest bıraktılar. Bizi ya yukarıya' kaçırın ya da burada saklanacak bir yer gösterin.
Kendi imkânlarımızla kaçacak olursak da, Komintern'e, bizim, Parti'nin bilgisi dahilinde kaçtığımızı bildirin." Ben
parti yetkililerine Nazım Hikmet'in bu talebini ilettim. Toplandık. Toplantıda ben, Halil Yalçınkaya, Zeki Baştımar ve
Reşat Fuat vardı. Reşat Fuat şöyle bir yorum yaptı: "Burjuvazi Yavuz meselesinden Nazım'ları cezalandırmakta hatalı olduğunu
anladı. Bu yüzden serbest bıraktı. Tekrar tutuklayacak olsa, niye serbest bıraksınlar. Bu nedenle kaçmalarına gerek yok." Biz
öteki yoldaşlar da Reşat Fuat'ın düşüncesine katıldık, kaçmaları ya da saklanmaları konusunda hiçbir şey yapmadık. Bu
yüzden boşu boşuna 12'şer sene hapis yattılar. Bunu şimdiye kadar hiç kimselere anlatmamıştım. Benimle yaptığın bu
röportaj aracılığıyla kamuoyu tarafından bilinsin istiyorum. (Emin Karaca, "Eski Tüfeklerin Sonbaharı", Milliyet, 15 Ekim
1995, s. 29.)
Ürün tarafından Mehmet Bozışık'a
10 Eylül 1996 tarihinde sunulan plaket:
EMEK VE ONUR ÖDÜLÜ
Bütün yaşamını
komünist harekete adayan TKP MK üyesi, ulu çınarımız MEHMET
BOZIŞIK yoldaşa
TKP'nin 76. kuruluş yılında saygıyla verilmiştir.
10 Eylül 1996
ÜRÜN
Mehmet Bozışık'ın ölümüyle ilgili olarak Ürün tarafından basına gönderilen duyurunun tam metni:
Türkiye Komünist Partisi'nin ulu çınarı, kamuoyunda Türkiye'nin en yaşlı
komünisti olarak tanınan Mehmet Bozışık (Boz Mehmet) sonsuzluğa göç etti.
21 Eylül 1901 tarihinde doğan, tüm ömrünü işçi sınıfının mücadelesine adayan
yiğit komünist, sosyalizmin yılmaz savaşçısı, dost ve yoldaş Mehmet Bozışık hayata gözlerini yumdu. Yaşadığı bir asırlık
ömrünün son günlerine kadar çevresindekilere, özellikle de gençlere Marksizm-Leninizm'in ışığında sosyalizm
mücadelesinin önemini anlatan Bozışık, kendi öğütlerine en başta kendisi uydu.
Son yıllarında elinin kalem tutabildiği her anı, gençlere daha fazla bir şeyler
aktarabilmek uğruna yazı yazmakla geçirdi. Sürekli yazarı olduğu Ürün'de mücadele deneyimlerini anlattı, her türlü baskı ve
baltalama girişimine rağmen işçi sınıfının, ülke, bölge ve dünya halklarının kurtuluşu için emperyalizme ve kapitalizme
karşı savaşıma ara vermeden devam etmenin önemini vurguladı.
Komünist mücadeleye 1918 yılında, şu anda Yunanistan sınırları dahilindeki Kavala'da
bir işçi sendikasında başlayan Mehmet Bozışık, 1927 yılından beri Türkiye Komünist Partisi üyesi olarak, partinin değişik
organlarında görev aldı. 1932 yılında TKP'nin 4. Kongresinde Merkez Komite üyeliğine seçilen Bozışık, 9 kez tutuklandı, 16
yıl zindanlarda yattı ve beş kez sürgün cezası aldı. Bulunduğu her yerde partili olmanın bilinciyle hareket eden Bozışık Nerede
bir partili varsa TKP de oradadır' şiarını kendisine yol edinmişti.
97 yıl boyunca komünist olmanın gerektirdiği gibi, inançla, inatla ve dirençle yaşadı.
Her anını mücadeleye daha fazla nasıl yararlı olabilirim diye düşünerek geçirdi. 100'e yaklaşan yaşına aldırmayarak
toplantıdan eyleme, gösteriden anmaya, Cumartesi annelerinin eylemlerinden 1 Mayıslara, işçi grevlerinden öğrencilerin
direnişlerine kadar birçok etkinlikte yer aldı.
Katıldığı
etkinliklerde gür sesiyle söylediği Enternasyonal marşıyla devrim inancının ve coşkusunun simgesi olan Mehmet Bozışık
prostat kanserinin ve böbrek yetmezliğinin ağrılı ve acılı sonuçlarına rağmen, kavgadan asla ayrılmadı. Ama ne yazık ki
sonuna kadar bağlı kaldığı partisinin kuruluş yıldönümüne 14 gün kala 27 Ağustos 1998 Perşembe günü, saat 17:30'da,
kaldırıldığı İstanbul Samatya SSK hastanesinde diyaliz makinesine bağlıyken ölüme yenik düştü. Dünyamız bir insan,
komünistler bir yoldaş, burjuvazi bir düşman kaybetti.
Dostlarının, tüm sevenlerinin ve yoldaşlarının başı sağolsun. Anısı
mücadelemizde yaşayacaktır.
Bozışık'ın cenazesi
30 Ağustos 1998 Pazar günü saat 15:00'de vasiyetine uygun olarak dini tören yapılmadan kaldırılacaktır.
Mehmet Bozışık son iki yılını Fatma Şenden ile aynı evde yaşadı. Fatma Şenden'in
Bozışık'ın cenaze töreninde yaptığı konuşma:
"Mehmet amca 2 yıl önce benimle birlikte yaşamaya başladı. Onu Kadıköy'deki evinde
ziyaret ettiğimde çok etkilendim. Ben de yalnız yaşıyorum, o da, öyleyse beraber yaşayabiliriz dedim.
Mehmet amca hepinizin
yoldaşı, benim de yoldaşım, ama benim için ayrıca bir baba,
dönem dönem çok tatlı, dönem dönem çok aksi bir dedemdi.
Mehmet amca, bu düzenin
insanı sefalete sürükleyen sonuçlarını son anına kadar iliklerine kadar hissetti. Bir annenin çocuklarını doyuramadığı
için intiharı seçmesi, sokakta yaşamak zorunda kalan insanlar onu derinden üzerdi.
Mehmet amcanın geçen yılki doğum gününde, onu, "Mehmet amca, önemli bir toplantı
var" diye götürdüm. Kutlamada "Yoldaşlar, ilk defa doğum günümü kutluyorum" dedi. Bu yıl 21 Eylül'ü göremedi.
Mehmet amca, insanlardan en çok sözünde durmalarını isterdi. Haksızlıklara tahammül
edemezdi.
Mehmet amca, her gün
"bütün yoldaşlara selam" diye uğurlardı beni evden. Buradan son kez bütün yoldaşlara selam.
Mehmet amcanın odasının duvarında Marx, Engels, Lenin, Stalin, Nazım Hikmet, Kemal
Türkler'in resimleri asılı dururdu.
Mehmet amca, TKP'ye üye oluşunu gururla anlatırdı. Boz Mehmet, Mustafa Suphilerin, Ethem
Nejatların döneminin son temsilcisi olmakla ve onlarla birlikte TKP saflarında bulunmuş olmakla gurur duyardı. O, sömürüsüz
savaşsız bir dünya uğruna savaşımını sonuna dek sürdürdü.
Mehmet amca! Boz Mehmet!
Mehmet Bozışık! Boz ışığın bizi aydınlatıyor.
Marksizm-Leninizm
bayrağını taşımayı sürdüreceğiz.
Mehmet Bozışık'la 2
yıl yaşadım. Onunla yaşadıklarım benim için unutulmaz bir anı olacak, onunla yaşamış olmak benim için büyük bir onur olarak
kalacak."
Mehmet Bozışık'ın rahatsızlanıp öleceği hissine kapıldığı son günlerinin
birinde, 13 Ağustos 1998 tarihinde yoldaşlarına hitaben yazdıkları:
Ben Türkiyenin en yaşlı marksist, engelsist, leninist, stalinist komünistiyim. Tüm dünya
insanları er veya geç bu görüşümü kabul edecektir. İnsanlık tarihi bu düşüncede olanların görüşlerinin zaferiyle sonuçlanacaktır.
Mehmet Bozışık
(İMZA)
13 Ağustos 1998 Perşembe
Saat 16.50.
Kalp sancısından
kurtulmanın çaresinin arayışı içinde olan, bocalayan ve bu satırları yazan Mehmet Bozışıkım.
Son sözlerimi kaleme alışım. Şimdilik hoşça kalın davamız için mücadele eden yoldaşlarım. Mücadeleye devam zaferimizin teminatıdır.
Hoşçakalın tüm yoldaşlarım.
M. Bozışık
Bozışık'tan Anılar
Bozışık, yakasında hep Lenin rozetiyle dolaşır. Bir gün genç bir polis rozeti çözer.
-Amca bu rozet nedir?
-Lenin!
-Yasak. Onu takamazsın.
Boz Mehmet'te boyun eğecek göz yoktur. Cevabı yapıştırır:
-Bak evladım. Bizim Kurtuluş Savaşımız sırasında Türkiye'ye para ve silah
yardımı yapan dünyada bir tek devlet başkanı vardı: Lenin! Onun için ben bu rozeti çıkartmam.
Polis memuru Bozışık'la başa çıkmanın mümkün olmadığını anlar ve yanından
uzaklaşır.
(Nazım Alpman'ın Mehmet Bozışık'la sohbeti, Milliyet, 1 Mayıs 1994)
Belediye otobüs şoförlerinin hız kesme eylemi yaptıkları bir gün Bozışık da
belediye otobüsüne biner. Yolcular homurtu içindedir. Boz Mehmet
gidip şoförle konuşur. Durumu öğrenince de yolculara hitaben konuşmaya başlar: "Arkadaşlar, bugün belediye işçilerinin
haklı bir eylemi var. Belki bizler işimize biraz geç gideceğiz, ama onların mücadelelerine destek vermiş olacağız!" Bozışık'ın
gür sesiyle yaptığı bu konuşma yolcuların hoşuna gider. Otobüsten bir alkış kopar.
(Nazım Alpman'ın Mehmet Bozışık'la sohbeti, Milliyet, 1 Mayıs 1994)
Boz Mehmet'in Anısına